NATO’nun
Norveç’te düzenlediği komuta kontrol amaçlı Trident Javelin adlı tatbikatta,
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarının düşman taraf, dolayısıyla hedef olarak
gösterilmesi skandalı üzerine, Türkiye tatbikata katılan 41 askerini geri
çekti.
Tüm vatandaşlarımızı çileden çıkaran bu olay üzerine Türk basınından, muhalefetten ve hükümetten büyük tepki geldi. Bu tepkiler üzerine ‘NATO, Norveç Ortak Harp Merkezi Komutanlığı’ yetkililerince Türkiye’den özür dilendi, bu nankör kumpası organize eden NATO görevlileri işten uzaklaştırıldılar. Ancak bu olay bardağı taşıran son damla mahiyetindedir. Artık Türkiye Cumhuriyeti, son derece haklı olarak NATO’daki varlığını sorgulama ve NATO’dan hızla kopma sürecine girmiştir. Zira 27 Mayıs 1960 Darbesi felaketi dâhil tüm darbelerin arkasında NATO’nun olduğu belgeleri ile ortaya çıkmıştır. Ayrıca Türk Savunma Sanayiinin 10 yıllar boyu süren bağımlılığının arkasında da NATO vardır. NATO bir yerde ABD demektir. ABD ise 15 Temmuz Darbe girişimin müsebbibi Fetullah Gülen’i, darbede yaşamını kaybeden 250 şehidimize, 2.000 gazimize rağmen ki bunların önemli bir kısmı malul gazidir, sırça köşkte prensler gibi yaşatmaktadır. Gönderilen sandıklar dolusu belgeleri değil okumak, eline bile almamışlardır. Şimdi de büyük bir pişkinlik ile Rıza Sarraf davası ile ekonomik olarak Türkiye’yi sıkıştırmaya hazırlanmaktadırlar. Bu davanın sonunda, büyük bir olasılıkla Türkiye’ye karşı ya bir ambargo, ya da milyar dolarlık tazminat talebinde bulunacaklardır.
Tüm vatandaşlarımızı çileden çıkaran bu olay üzerine Türk basınından, muhalefetten ve hükümetten büyük tepki geldi. Bu tepkiler üzerine ‘NATO, Norveç Ortak Harp Merkezi Komutanlığı’ yetkililerince Türkiye’den özür dilendi, bu nankör kumpası organize eden NATO görevlileri işten uzaklaştırıldılar. Ancak bu olay bardağı taşıran son damla mahiyetindedir. Artık Türkiye Cumhuriyeti, son derece haklı olarak NATO’daki varlığını sorgulama ve NATO’dan hızla kopma sürecine girmiştir. Zira 27 Mayıs 1960 Darbesi felaketi dâhil tüm darbelerin arkasında NATO’nun olduğu belgeleri ile ortaya çıkmıştır. Ayrıca Türk Savunma Sanayiinin 10 yıllar boyu süren bağımlılığının arkasında da NATO vardır. NATO bir yerde ABD demektir. ABD ise 15 Temmuz Darbe girişimin müsebbibi Fetullah Gülen’i, darbede yaşamını kaybeden 250 şehidimize, 2.000 gazimize rağmen ki bunların önemli bir kısmı malul gazidir, sırça köşkte prensler gibi yaşatmaktadır. Gönderilen sandıklar dolusu belgeleri değil okumak, eline bile almamışlardır. Şimdi de büyük bir pişkinlik ile Rıza Sarraf davası ile ekonomik olarak Türkiye’yi sıkıştırmaya hazırlanmaktadırlar. Bu davanın sonunda, büyük bir olasılıkla Türkiye’ye karşı ya bir ambargo, ya da milyar dolarlık tazminat talebinde bulunacaklardır.
ABD
ve NATO ülkelerinden paramızla kendimizi savunmak için silah alma talebinde
bulunduk, asla kabul etmediler. Bulgaristan’a, Hırvatistan’a ve birçok ülkeye
kolaylıkla sattıkları silahları Türkiye’den titizlikle esirgediler. Bizde
Rusya’dan S 400 füzelerini, teknolojisi ile birlikte almaya kalkınca da çılgına
döndüler. Kısaca ifade edecek olursak görünen köy kılavuz istemez, ne NATO, ne
ABD Türkiye’ye dost değil hatta düşman gibi davranmaktadır.
Bu
satırları kaleme almamın amacı NATO’ya giriş sebebimizin aydınlatılmasıdır.
Zira Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Her olay meydana geldiği dönemdeki
şartlarla değerlendirilmelidir.
CHP
muhalefeti NATO skandalını üç gün boyunca eleştirdi ve sonra mutat üzere tekrar
eleştiri oklarını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Ak Parti hükümetine çevirdi. Sanki
Atatürk ile Erdoğan’ın birlikte hedef gösterilmeleri bir Ak Parti tezgâhı imiş
gibi tuhaf yaftamalar yapıldı ve bu eleştiri okları 1952 yılı rahmetli Menderes
dönemine kadar uzandı. Birkaç televizyon programında da izledim, bizi NATO’ya
sokan Menderes’tir. Menderes bu eylemi ile kendi dâhil birçok faili meçhule
neden olmuştur gibi bilgi eksikliğine dayanan yanlış ifadeler kullanıldı.
O halde ‘önce bilgi sonra fikir’ diyelim ve NATO’ya bizi rahmetli Adnan Menderes’in nasıl ve niye soktuğunu kısaca irdeleyelim.
O halde ‘önce bilgi sonra fikir’ diyelim ve NATO’ya bizi rahmetli Adnan Menderes’in nasıl ve niye soktuğunu kısaca irdeleyelim.
Yıl
1946, Tek Parti CHP dönemi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şükrü
Saraçoğlu, 10 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinden aktarıyorum,
“Dört
gün süren ve halkımızın kalbinde pek tatlı hatıralar bırakan ziyaretlerinden
sonra dost Amerikalı denizciler dün sabah saat ondan sonra limanımızdan
ayrıldılar… Gemilerin geldiği Cuma gününden beri adeta bir bayram yerini
andıran şehir, misafirlerini aynı şevk ve heyecanla uğurluyor. Beylerbeyinden,
Üsküdar’a, Beşiktaş’tan Sarayburnu’na kadar bütün sahiller kadın, erkek, çoluk
çocukla dolu. Bu yalnız bir devletin diğer devlete karşı gösterdiği dostluk
değil, bütün bir milletin diğer bir millete karşı duyduğu kardeşçe hislerin en
samimi ve en canlı tezahürüdür. Bu gün İstanbul halkı için başlıca iş dört
günden beri başımızın değil, kalbimizin üstünde taşıdığımız misafirlerimizi
aynı konukseverlikle uğurlamaktır… Misafir gemicilerin şehre çıkış noktası olan
Dolmabahçe Meydanı sabahın yedisinden itibaren dolmaya başlıyor. Misafirlerin
İstanbul2da kaldıkları kısa müddet içinde edindikleri dostları kendilerine
hediyeler getirmişler. Türk gazeteciler de misafir meslektaşlarına hediyeler
hazırlamışlar… Denizyolları idaresi dost Amerikan denizcilerini İstanbul
halkının daha rahatça uğurlayabilmesi için hususi vapurlar tahsisi etmiş.
Amerikan kolejine ayrılan Moda vapuru Kabataş’tan, Üniversiteye ayrılan Şuvat
yolcu salonu önünden, Ülev ile 68, 75 ve 76 numaralı vapurlar Galata
rıhtımından 65 numaralı vapur Üsküdar’dan, Göztepe de Kadıköy’den saat tam
9,30’da hareket ediyorlar. İstanbul halkının Amerikalı denizcileri ne kadar
sevdiğini anlamak için bu vapurları dolduran kalabalığı görmek kâfi… Bu sırada
Providence demir alarak Sarayburnu’na doğru ilerliyor, onu Power muhribi ile
dostlarımızı Çanakkale açıklarına kadar teşyi edecek olan torpido muhriplerimiz
takip ediyor… Dünyanın en büyük harp gemisi Yavuz’un önünden geçerken bandomuz
Amerika milli marşını çalıyor ve denizciler flamalarla selamlaşıyorlar…
Sahillerde biriken halk, gemileri hararetle alkışlıyor, hayırlı yolculuklar
temenni ediyor. Denizyolları vapurları Sarayburnu ve Selimiye önlerinde
bekliyor, içerlerindeki kalabalık, harp gemileri geçerken mendiller sallıyor ve
uğurlar olsun, güle güle diye sesleniyor… Gemiler Sarayburnunu dönünce Missouri
kefilenin başına geçiyor. Providence , Power ve bizim harp gemilerimiz onu
takip ediyorlar. Denizyolları vapurları kafilenin iki tarafından gidiyorlar.
Sirkeci’den Yeşilköy’e kadar uzanan sahiller aynı heyecanlı kalabalıkla dolu.
Misafirlerimiz müthiş bir alkış tufanı arasında İstanbul’u arkalarında
bırakıyorlar… Yeşilköy açıklarında Denizyollarının on vapuru düdük çalarak
dostlarımızı selamlıyor ve dönüyorlar. İki kardeş milletin yeryüzünde ebedi
barışı kurmaktan başka gayesi olmayan donanmalarına mensup gemiler bir gelin
alayı halinde Marmara’nın berrak suları üzerinde yavaş yavaş uzaklaşıyorlar…
Yolunuz açık olsun dostlarımız”
Şimdi bu tezahüratın nedenini anlamak için İkinci Dünya
Savaşının bitimi olan 1945 yılından itibaren gelişen olayları kısaca
hatırlayalım.
19
Mart 1945, Türkiye Moskova Büyükelçisi Selim Sarper ve Başkâtip Adnan Kural Rus
Dışişleri Bakanı Molotof tarafından çağrılırlar. Savaş bitmek üzeredir ve Rusya
galip tarafta bulunmaktadır. Türkiye, Almanların yenileceği anlaşıldığı halde,
sizde savaşa dâhil olun, savaş daha çabuk bitsin ve daha az insan ölsün gibi
ısrarlara rağmen İnönü’nün çekimser politikaları yüzünden bir türlü savaşa
girmemiştir. Girse Türkiye de savaş galipleri arasında yerini alacaktı. Ancak
Türkiye, silahlar bırakıldıktan sonra sembolik olarak Almanya’ya savaş ilan
etmekle yetinmiştir. İnönü Dönemi kitabımızda bu konuyu ayrıntılı olarak
irdeledik.
Muhtemelen
Selim Sarper’in aklına çağrılmalarının sebebi olarak, süresi bitmek üzere olan, 17 Aralık 1925
tarihli ‘Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’ gelmiştir. Birinci Dünya
Savaşında, Sarıkamış felaketinden sonra Rusya Doğu vilayetlerimizi işgal etmiş,
Erzurum’a kadar topraklarımıza girmiştir. Ancak 1917 yılında Rusya’da Bolşevik
İhtilali başlar ve iç çatışmalar dolayısıyla Rusya topraklarımızdan çekilir ve
Anadolu’da bir süre sonra başlayacak milli mücadeleyi destekler. Zira
İngilizler ’in Doğu bölgelerimize hâkim olmasını kendi güvenlikleri bakımından
istemezler. Daha sonra da Türkiye ile söz ettiğimiz 1925 Dostluk ve Tarafsızlık
anlaşması, Türkiye adına Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve SSCB Dışişleri
Halk Komiseri Jorj Çiçerin tarafından Paris’te imzalanır. Anlaşmaya göre,
taraflardan biri askeri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsız kalacak, iki taraf
birbirlerine saldırıda bulunmayacak ve karşı tarafın aleyhinde hiç bir ittifaka
girmeyecektir. Sonradan bu anlaşma 17 Aralık 1929’da Ankara’da, 30 Ekim 1931’de
yine Ankara’da, 7 Kasım 1935’de tekrar Ankara’da yapılan protokollerle üç defa
uzatılmıştır ve son uzatma 10 yıl içindir. Son protokole göre, eğer anlaşmanın
bitiminden 6 ay önce, yani 7 Mayıs 1945’e kadar taraflardan biri herhangi bir
itirazda bulunmazsa anlaşma iki yıl daha yürürlükte kalacaktır. 7 Mayıs uzatma
protokolü esas alındığında, anlaşmanın bitimine 8 ay vardır.
Molotof,
Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Selim Sarper’e diplomatik bir lisanla SSCB
olarak, Türkiye ile yapılmış olan17 Aralık 1925 tarihli tarafsızlık ve dostluk
anlaşmasını fesh ettiklerini bildirir. Molotof, gerekçe olarak da anlaşmanın
çok eskidiğini belirtir. Molotof, savaş sonrası değişen dünyada artık bu
anlaşmanın anlamının kalmadığını ifade eder. Ona göre, anlaşma ya feshedilmeli
ya da yeni şartların ışığında iyileştirilmelidir.
Paris
Anlaşması Birinci Dünya Savaşı döneminde Sovyet Rusya ile yapılan 3.
Anlaşmadır. İlk anlaşma hemen savaş sonunda 3 Mart 1918’de yapılan
‘Brest-Litovsk Barış Anlaşması’dır. Osmanlı Hükümeti, Sovyet Rusya, Almanya,
Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile birlikte imzalanan bu anlaşmanın
Osmanlı devletini ilgilendiren dördüncü maddesine göre, Sovyet Rusya işgal
etmiş olduğu Doğu Anadolu’yu tahliye ederek Osmanlı Devletine iade edecektir.
Bu anlaşmadan 3 sene sonra 16 Mart 1921’de Sovyetler Birliği ile Türkiye
Moskova Anlaşmasını imzalarlar. Bu anlaşma, iki devlet arasındaki hududu
saptamıştır. Anlaşmaya göre Batum Sovyet Rusya’da, Kars, Ardahan Türkiye’de
kalacaktır.
Brest-Litovsk
anlaşması ile güya hudutlar sorunu bitmişti. Ama şimdi Molotof gururla sınır
sorununu tekrar raftan indirmiştir. Ayrıca alınan duyumlara göre Sovyetler
Birliği, Boğazların statüsünü tayin eden 1936 tarihli Montreux Anlamasından da
memnun değildir.
Ankara’
ya dönen Selim Sarper Molotof’un deklerasyonunu, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine
bildirir. Ancak İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’in o dönemlerle ilgili
anlatımlarından anladığımıza göre, ‘ülkede dış politika sahası hala sıkı bir
kayıtlamanın altındaymış.’ Devletin kontrolünde olan Anadolu Ajansından başka,
diğer gazeteler hiçbir şey yazamamaktalarmış. Dış basında yayımlanan her haber,
sadece Anadolu Ajansı vasıtasıyla verilebilmekteymiş. Dolayısıyla yine Metin
Toker’e göre, 1945 yılı ile ilgili gazeteleri karıştıran araştırmacılar Sovyet
Rusya’nın Türkiye’ye karşı tutumu hakkında fikir sahibi olamazlarmış. Hâlbuki
Türkiye son derece ciddi, tehditkâr bir durumla karşı karşıyadır.
ABD’nin,
FETO, PKK, YPG konusunda Türkiye’ye karşı aldığı tavırdan pek de farkı yoktur. PKK’nın Suriye’deki kolu olan YPG’ye 3500 TIR
dolusu silah, hatta ağır silahları DAEŞ ile savaşıyor bahanesiyle veren ABD, DAEŞ’in
işi bittiği halde hala silah sevkiyatına devam etmektedir. Anlaşılan ABD,
tarumar ettiği Irak ve Suriye’de YPG ve PKK teröristlerini kullanarak
Türkiye’ye karşı bir ordu oluşturmakla meşguldür. Son Trumb-Erdoğan
konuşmasında, Trumb silah sevkiyatını artık yapmayacaklarını söylemiş. Söylemiş
de zaten giden silah gitti. Bu silahlar ne olacak? Son gelen haberlere göre,
YPG’ye verilen silahların bir kısmını ABD geri alacakmış, inşallah diyelim.
Soçi’deki Türkiye, İran, Rusya işbirliği ABD’yi hayli rahatsız etmişe benziyor.
Tekrar konumuza dönelim.
4
Nisan günü, Türkiye Hariciye Vekili Hasan Saka, SSCB’nin Ankara’daki
Büyükelçisi Vinogradof’a Türkiye’nin mukabil deklarasyonunu bildirir.
“…Türkiye
Cumhuriyeti Türk-Sovyet dostluğuna bunca değerli hizmetler yapmış olan adı
geçen anlaşmaya verdiği kıymeti belirtmek ister. Cumhuriyet Hükümeti Sovyet
Hükümetinin vadesi biten bu anlaşmayı her iki tarafın bugünkü menfaatlerine
daha uygun ve ciddi iyileştirmeler ihtiva edecek başka bir anlaşma ile
değiştirmek telkinini müsait karşılar ve bu maksatla kendisine yapılacak teklifleri
gereken bütün dikkat ve iyi niyetle incelemeye hazır bulunduğunu bildirmekle
şeref duyar.”
Cevap
deklerasyonu ne kadar soğukkanlı ve iyimser bir üslup içerse de, ilgili devlet
kademelerinde bir telaş başlamıştır bile. Zira Sovyet Rusya, Ermenistan’ı,
Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine katarak doğu
sınırımıza dayanmış vaziyettedir. Bir taraftan da Doğu Avrupa’da işgal ettiği
Polonya’dan çıkmamış, Macaristan, Bulgaristan, Çekoslovakya’ya, Asya’da Türki
devletlere rejimini ithal etmek, dolayısıyla bu ülkeleri Sovyetler Birliğinin
bir uydusu haline getirmek çabasındadır. Özel sektörün ilga edildiği, her
kuruluşun devletleştirildiği, dinin afyon telakki edilerek yasaklandığı, ateist
Marksizm’e dayanan Sovyet rejimi şimdi de Türkiye Cumhuriyetini gözüne
kestirmiş görünmektedir.
Zaten,
16-26 Aralık 1945 tarihinde Moskova’da düzenlenmiş olan dışişleri bakanları
konferansında, Stalin yaptığı konuşmada, Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik toprak
ve Boğazlarda üs taleplerini açıkça ifade etmiş durumdadır. Alman Nazilere
karşı Rusya ile müttefik olan ABD ve İngiltere dışişleri bakanları da bu
toplantıya katılmışlar. Toplantının tutanaklarında, Stalin’in bu saldırgan
talepleri bulunmaktadır. Bu belgeler, ‘Foreign Relations Of The United States.
Diplomatic Papers’ adlı yayın (FRUS) içerisinde kamuoyuna açılmış. Belgelere
göre,
“Toplantıda
önce Bakü petrolleri ve İran konuşulmuş, daha sonra Türkiye ele alınmış. Stalin
İngiliz Dışişleri Bakanı Bevin’e, Boğazların yönetiminin sadece Türkiye’ye
bırakılamayacağını, Boğazlarda bir Sovyet üssü kurulmasının şart olduğunu
söylüyor ve Türkiye’nin Doğusundaki Kars ve Ardahan’ın tıpkı Batum gibi
Sovyetler Birliği sınırlarına katılması gereğinden bahsediyor. Sebep olarak da
bu iki vilayetimizi Türkiye’nin işgal ettiği topraklar olarak gösteriyor. 1921
Kars ve Moskova anlaşmaları öncesi sınıra geri dönülmesini istiyor. O dönemde
ihtilalin getirdiği iç çatışmalardan dolayı Sovyet yönetiminin zayıf olduğunu
ve Türkiye’nin bundan istifade ederek Lenin’i ikna ederek Kars, Ardahan’ı bir
nevi işgal ettiğini ve bu haksızlığın giderilmesinin gerektiğini ileri sürüyor.
”
Hatırlanacağı
üzere, 1870'ten itibaren Çarlık Rusya’sının denetimine giren
Kars ve Ardahan, Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk ve Lenin yönetimlerinin
mutabakatı sonucu 1921 Kars ve Moskova antlaşmalarıyla geri alınmıştı.
Tutanaklara göre toplantıda, İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin Boğazlar
konusunda karasız gibidir. Zira Bevin Stalin’e evet Boğazlarda bir Sovyet üssü
kurulması konusu daha önce konuşulmuştu, diyor ve Stalin’de Boğazlar ’da üs
isteklerinin sürdüğünü söylüyor.
Aziz
Dostlar görüldüğü gibi tek dişi kalmış bu canavarlar, koskoca Osmanlı
İmparatorluğunu aç kurtlar gibi paramparça ettikleri yetmiyormuş gibi,
gözlerini hala Türkiye Cumhuriyetinin güzel coğrafyasının, güzel topraklarına
dikmişlerdir.
Gerçekte,
Molotof, Sarper’e ne kadar diplomatik bir dille 1925 anlaşmasını fesh
ettiklerini ifade etse de, takındığı maskenin arkasındaki görüntü dehşet
vericidir.
Yeni
kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin o zamanki imkânları ile Sovyet Rusya ile baş
edebilmesi mümkün değildir. Çare olarak bir taraftan İngiltere ve ABD’ye
hissedilir bir yakınlaşma da başlamıştır.
Ancak Sovyetler Birliği Boğazların kontrolü ve idaresi işini bir Karadeniz
meselesi olarak görmekte ve hatta Montrö (Montreux) anlaşmasında Karadenizli
olmayan tarafların imzasının bulunmasını yadırgamaktadır. Boğazlarda üs kurma
işini Türkiye ile karşılıklı olarak kolaylıkla halletmek istemektedir. Nitekim
Sovyet Rusya Türkiye’ye baskı yapmaya başlarken, İngiltere, ABD gibi ülkelerle
iyi geçinmeye de dikkat etmektedir. Yani günümüzde 2017 yılında ABD’nin
Türkiye’ye karşı sürdürdüğü düşmanca tutumu, o günlerde Sovyet Rusya üstlenmiş
görünmektedir.
Ancak
Sovyetler birliği ne kadar ABD’ye yakınlaşmak istese de, uygulamakta olduğu
yayılmacı politikaları büyük tedirginlik yaratmaktadır. Ayrıca Sovyetler Birliği hem kantite hem de
kalite itibariyle askeri gücünü hararetli bir şekilde arttırma yoluna girdiği
de gözlerden kaçmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Rusya’nın da kayıpları
ağır olmuştur, şehirleri harap olmuş, yolları, fabrikaları yıkılmıştır. Ama tüm
bunlara rağmen Sovyet Rusya nerdeyse bütün gücünü işgaller yapabilecek bir ordu
oluşturmaya harcamaktadır. Soğuk Savaş
dönemi başlamak üzeredir.
Haziran
ayı içinde Rusların girişimleri somutlaşmaya başlar. Haber 26 Haziran’da BBC
tarafından dünya kamuoyuna açıklanır.
Sovyetler Birliği Boğazların idaresinde imtiyazlı mevki istemektedir.
Ayrıca 1921’de Türkiye’ye terk edilen Kars ve Ardahan’ın da iadesini talep
etmektedirler. Sovyet Rusya taleplerinin hemen ardına, kendine göre uydurduğu
gerekçeleri sıralamaktadır. Onlara göre, esas amaçları Karadeniz’in güvenliği.
Bu günkü rejimle Türkiye Boğazları Sovyetlere kapayabilir, Sovyetlerin
düşmanlarına açabilirdi. Sovyetler Birliği bu sistemin devamına güvenlikleri
açısından izin veremezmiş. Ruslar taleplerinde iyice Türkiye’nin iç işlerine
karışmaktadırlar. Zira Türkiye’de daha demokratik ve daha temsili bir Türk hükümeti
kurulmasını da arzuladıklarını belirtiyorlar.
Türkiye
Sovyetler Birliğine verdiği cevaplarda, Rusya’nın somut isteklerine hiç
değinmeden, sadece 1925 anlaşmasının iyileştirilmesi ve iyi ilişkilerin
sürdürülmesi şeklinde ifadelerde bulunmaktadır. Ancak gerçekte, Sovyet
Rusya’nın talepleri Türkiye’nin üzerine tam bir kâbus gibi çökmüştür. Bu
ortamda Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ile Türkiye Dışişleri Bakan Vekili
Nurullah Esat Sümer arasında bir konuşma cereyan eder. Rahmetli Sümer,
Büyükelçi Vinogradof’a sormuş, ‘Bu kadar geniş topraklara sahip olan Sovyetler
Birliği hala niye toprak istiyor?’ Cevap
hem tuhaf, hem öfkelendiricidir, ‘Ek toprağa ihtiyacı olan Sovyetler Birliği
değil, Ermenistan Sosyalist Cumhuriyeti pek ufak, toprağa muhtaç’
17
Temmuz 1945 günü Berlin’de Potsdam Konferansı’nın çalışmaları başlar. Savaşın
üç büyük galibi ABD adına Başkan Truman, Sovyetler Birliği adına Mareşal
Stalin, İngiltere adın Başbakan Churchill konferansta bir araya gelmişlerdir.
Boğazlar meselesinin bu konferansta konuşulacağı kesin gibidir. Dolayısıyla
Türkiye’nin gözü, kulağı Berlin’dedir. Sarper-Molotof görüşmesinden sonra ki,
gelişmeler muvacehesinde İngiltere Türkiye’ye daha yakın bir tutum sergilemiş
ama ABD kararsız bir izlenim vermiştir. Dünya Batı ve Doğu olarak ikiye
ayrılmak üzeredir. Batı’nın lideri ABD’dir. Dolayısıyla Postdam’da ABD’nin
özellikle Boğazlar konusundaki tutumu, yaşamsal derecede önem kazanmış
vaziyettedir.
Çok
ilginç ve üzücüdür. O dönemle ilgili anıları okuduğumuzda öğreniyoruz, tıpkı
bugün olduğu gibi bir takım çevreler ‘canım Rusya’nın talepleri de o kadar kötü
değil, nasıl olsa onlarla başa çıkamayız, bu taleplerin hiç olmazsa bir kısmını
kabul edelim’ gibi kendi rahatlarını düşünüp, Sovyet Rusya’ya boyun eğme
taraftarı oluvermişler. Bu günde sayıları az da olsa hain ve korkak karakterli
kişilerin Güney Doğu’yu kolaylıkla gözden çıkardıklarını unutmayalım. Hâlbuki
Allah korusun Güneyimizde toprak kaybetsek akabinde yeni talepler gelecektir. O
tarihte Sovyet Rusya’nın gerçek niyeti, Türkiye’yi Polonya yapmaktır. Şüphesiz ki, İngiltere veya ABD’nin
Türkiye’nin yanında olması demek tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi pastayı
tamamen Rusya’ya kaptırmamak içindir.
Postdam
kongresi devam ederken Türkiye çok endişelidir. Zira Sovyet Rusya, Romanya ve
Bulgaristan’a yığınak yapıyor, bir taraftan da Moskova’nın sesi radyosu sürekli
komünizm propagandalarına başlamıştır. İleriki tarihlerde bu tür radyoların CIA
faaliyeti olduğu falan ileri sürülecektir. ABD de, İngiltere de Boğazlardan
Karadeniz de kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerinin serbestçe geçmesi
taraftarıdır. Ruslar ise Süveyş kanalı nasıl İngilizlerin, Panama Kanalı da
nasıl ABD’nin hâkimiyeti altındaysa, Boğazların da Sovyetlerin hâkimiyeti
altında olmalıdır, düşüncesinde direniyorlardı.
Ayrıca 1921 Anlaşmasından yakınıyorlar, biz ihtilalimiz yüzünden iç
işlerimizle uğraşırken ve zayıf düşmüşken Türkiye Sovyet Ermenistan’ının ve
Sovyet Gürcistan’ının birer parçasını koparmıştır gibi garip iddialarda
bulunuyorlardı. Boğazlarda ise Türk askeri üslerine ilaveten, Sovyet askeri
üslerinin kurulması, Karadeniz devletlerine karşı saldırgan maksatlarla başka
devletler tarafından Boğazların kullanılması tehlikesinin önlemesi bakımından
şarttır, diyorlar ve Boğazların kontrolünü tamamen Türkiye’ye veren 1936 Montrö
( Montreux) anlaşması fesh edilmelidir dibi görüşler dile getiriyorlardı.
Saldırgan
Sovyet devleti adeta bir melek gibi tavırlar içine girmiş, mağdur edebiyatı
yaparak Türkiye’den yakınmaktadır. Sonuçta ABD ve İngiltere, Sovyetlerin
Boğazlarda askeri üs kurmasına yanaşmasalar da tüm ticari ve askeri gemilerin
Boğazlardan serbestçe geçebilmeleri (seyrüsefer) görüşünde olduklarını
belirtirler. Bu durumda Montrö
anlaşmasının tadil edilmesi gerekiyordu. Ancak Stalin bu görüşe karşı çıkar.
Ona göre, eğer Panama, Süveyş dâhil bütün su geçitlerine seyrüsefer serbestliği
getirilirse, Boğazlar ile ilgili görüşlerine katılabileceklerini ifade eder.
Ancak henüz Türkiye’nin görüşünü almak konu bile edilmemiştir. Uzun
tartışmalardan sonra Postdam Konferansının sonuç bildirgesi yayımlanır. Bildirgede Türkiye ile ilgili bölüm şöyledir,
“Üç
Hükümet, günün şartlarına artık uymadığından dolayı, Montrö’de imzalanmış
Boğazlar sözleşmesinin tekrar gözden geçirilmesini kabul etmiştir. Bundan
sonraki safhada boğazlar konusu her 3 hükümet ile Türk hükümeti arasında
doğrudan doğruya yapılacak görüşmelere konu olacaktır. “
Bu
bildirgeye göre de Türkiye zor durumdadır. Zaten Lozan ve Misak-ı Milli konusu
pek tatminkâr değildir. Bu yüzden de Montrö anlaşması yapılmıştır. Ancak şimdi
Montrö anlaşmasının da ya tadili ya da feshi söz konusudur. Eğer Türkiye İkinci Dünya Savaşına,
Almanların yenileceklerinin belli olduğu iyi bir zamanlama ile katılsaydı,
gıyabında yapılan toprakları ile ilgili üç süper gücün pazarlıklarına büyük bir
olasılıkla muhatap olmayacaktı. Belki de Postdam’da masalardan birinde Türkiye
temsilcisi de oturacaktı. Ayrıca eğer Türkiye askeri bakımdan yeteri kadar
güçlü olsaydı, bu pazarlıklar yine yapılamazdı. Hani derler ya orman kanununa
göre, güçlü zayıfı yer. Bu kanun asla sadece ormanda geçerli değildir. Şekil
değiştirmiş, diplomatik bir kibarlığa büründürülmüş bir şekli ne yazık ki
insanlar, topluluklar ve devletlerarasında da geçerlidir.
Türkiye
için iki şans vardır. Birincisi savaş yorgunu, galip gelse de savaştan perişan
çıkmış ülkelerin bıkkınlığı ve savaştan çekinmeleri, ikincisi de yayılmacı
politikalar izlemeye başlamış olan Sovyet Rusya’nın yayılmacılığını, kendi
güvenliği için durdurmak isteyecek kapitalist ABD’nin Türkiye’nin yanında yer
alması. Nitekim ortaya çıkan durumdan
son derece tedirgin olan Türk hükümeti ABD’ye ve İngiltere’ye durumu,
görüşlerini anlatan bir nota verir. Nota’ ya göre, Sovyetlerin Boğazlar
üzerindeki talepleriyle, Kars ve Ardahan üzerindeki talepleri aynı meselenin
bağlantılı parçalarıdır. Bunlar birbirinden ayrı mütalaa edilemezler. Çünkü
tehdit edilen hem Türk bağımsızlığı, hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğüdür.
Baştan
beri çekimser, sessiz görünen ABD’yi, kendi geleceğini de işin içine sokacak
gibi görünen bazı gelişmeler, aniden canlandıracaktır. Şöyle ki, Boğazların
tarafsızlaştırılması veya beynelmilelleştirilmesi Birleşmiş Milletler içinde,
Panama ve Süveyş kanalları içinde aynı işlemin yapılmasına yol açacaktır.
Ayrıca Boğazlar meselesi esas mesele değildir. Zira bir savaş esnasında
Girit’te üslenecek bir hava kuvveti Boğazları Rusya’ya derhal kapatabilir. Bu
bağlamda Boğazlar ’da Rusya’nın üssü olması veya olmaması önemli değil. O halde
esas mesele Türkiye’nin iç rejimini değiştirmektir. Sovyetlerin Baltık’tan
Karadeniz’e kadar kurdukları zincirde Türkiye Sovyet rejimi ile yönetilmeyen
tek farklı ülkedir. Türkiye’de kurulacak dost bir Sovyet rejim zaten Boğazların
kontrolünü otomatik olarak Sovyet Rusya’ya verecektir. Hepsinden önemlisi
Türkiye’deki bu rejim Türk-İngiliz-ABD ittifakını kısaca Ortadoğu’daki batı
tesirini sonlandıracaktır.
Nihayet
ABD tarafı gerçekleri görmeye başlamıştır. Nitekim 2 Kasım günü Wilson
Dışişleri Bakanı Hasan Saka’ya ABD’nin Montrö sözleşmesi ile ilgili görüşlerini
bildirir. ABD’ye göre, Boğazlarda tarafsızlaştırılma yoktur. Türkiye Boğazların
bekçisi olmaya devam edecektir. Ancak Türkiye, harp zamanında Boğazlardan
Sovyet savaş gemilerinin geçişini kabul edecektir. Montrö sözleşmesinin gözden
geçirilme süresi de 1946’dır zira sözleşme 1936’da imzalanmıştır. 1946’da bu
amaçla bir komisyon toplanırsa, ABD’de memnuniyetle katılacaktır.
Hükümet
çevrelerinde büyük bir ferahlama yaratan ABD’nin görüşleri, aynı zamanda Türk
notasına da cevaptır ve İngiltere ile Sovyet Rusya’ya da bildirilir. Ancak Sovyet Rusya taleplerinden vaz geçmez.
Nitekim 7 Kasım’da, Sovyetler Birliği
tarafından 1925 anlaşmasının sona erdiği Türkiye’ye bildirilir. Artık Türkiye
ile Sovyetler Birliği arasında ne dostluk ne de saldırmazlık anlaşması vardır.
1946
Ekim ayında Rus birlikleri Balkanlarda tatbikatlara başlar. Kafkaslara da yeni
tümenler gönderilmiştir. Türkiye’de ciddi bir endişe varken, İngiltere ve
ABD’nin de telaşa kapıldığı kayıt altındaki yazışmalardan anlaşılıyor. Bu arada Sovyet Ermenistan’ın kapıları
Türkiye’deki Ermenilere açılır ve tanınmış iki Gürcü Profesör Doğu Anadolu
topraklarını Gürcü toprağı ilan eden bir makale yayımlarlar. Çankaya’da uykusuz
geceler başlamıştır.
Dış
tehditlerin yarattığı bu ürkütücü atmosfer devam ederken, Türkiye
Cumhuriyetinde önemli olaylar gerçekleşmeye başlar. Üçüncü Dünya Savaşını
demokrasi ile idare edilen, seçimle iktidarların değiştiği, İngiltere, ABD,
Fransa gibi liberal düzene sahip ülkeler kazanmıştı. Kaybedenler ise Führer
Hitler’in Almanya’sı, Duçe Musolini’nin İtalya’sı ve İmparatorun Japonya’sı
idi. Kazananlar arasında bir Sovyet
Rusya anti-demokratik tek parti Komünist Partisinin yönetiminde, Stalin’in tek
adamlığında bir rejime sahipti ve bu Rusya gözünü Türkiye’ye dikmişti.
Türkiye’de Tek Parti CHP, Milli Şef İsmet İnönü yönetimi vardı. Ayrıca Milli
Şef İsmet İnönü partinin değişmez genel başkanı idi. Bir nevi şef anlamındaki
Führer, Duçe yönetimlerinden pek farkı olmayan Milli Şef yönetimi ile batıya
yaklaşmak mümkün değildi. Fakat böyle bir yaklaşım da Sovyet Rusya yüzünden,
artık zorunlu hale gelmişti.
Türkiye’nin
durumunun vahametini anlayan İsmet İnönü’nün izniyle, Mayıs 1946 yılında
toplanan CHP Olağanüstü İkinci Genel Kurultayında Milli Şeflik payesi
kaldırılır. Böylece bu tarihten itibaren CHP Genel Başkanları seçimle tayin
edilecektir. Ancak tek parti düzeni asla demokratik bir düzen olarak kabul
edilemezdi. Daha önce Atatürk döneminde 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkaları kurulmuş ancak hemen
kapatılmıştı. Meclisimizde İsmet Paşa yönetimine karşı en ufak bir muhalefet
yapmak cesaret işiydi. Nihayet milletvekilleri arasından dört cesur adam çıkar
ve tarihimize ‘Dörtlü Takrir’ adı ile geçen bir takrir (önerge) ile hükümeti
eleştirirler. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü
takrirlerinde hükümetin Meclis tarafından denetlenmesini talep ederler ve
demokratikleşme, liberalleşme taraftarıdırlar. Eleştiriye hiç alışık olmayan
CHP Tek Parti Hükümeti bu takrire Menderes Koraltan ve Köprülü’yü partiden
ihraç edecek kadar büyük tepki gösterir. Bayar da önce milletvekilliğinden
sonra da kurucularından olduğu CHP’den istifa eder. Bu dört cesur adam daha
sonra Demokrat Partiyi kurarlar. Temmuz ayında da 1946 genel seçimleri yapılır.
Seçimler son derece şaibelidir. Açık oy, gizli tasnif gibi tuhaf bir yöntem
kullanılmış, DP’nin kazanması kesin olan yerlerde sandıklar tahrip edilmiş ve
sonuçta CHP, İsmet İnönü güya seçimle iktidarını sürdürmüştü. 1946 seçimleri
ülkedeki huzuru bozar, ciddi bir hoşnutsuzluk havası tüm ülkeyi kaplar. Ancak
birdenbire çok önemli bir haber bir bahar havası yaratır.
ABD’nin
Missouri zırhlısı İstanbul’u ziyaret edecektir. Missouri savaş sonunda Japonya’nın
tesliminin imzalandığı dev bir savaş gemisidir. Missouri’ye Providence savaş
gemisi de eşlik etmektedir. Makalemizin başında Cumhuriyet gazetesinden
aktardığımız Missouri’yi uğurlama şenlikleri işte bu ziyaret sonunda
yaşanmıştır. Zira ziyaret çok önemlidir, açık seçik Sovyet Rusya’ya bir gözdağı
verme amacındadır. ABD Türkiye’nin arkasında biz varız demek istemektedir.
Ayrıca bu ziyarette önemli bir jest de vardı. Türkiye’yi Washington’da uzun
yıllar temsil etmiş olan Büyükelçi Mehmet Münir Ertegün 11 Kasım 1944’de
Amerika’da ölmüş ve cenazesi orada kalmıştı. Şimdi ABD nezaket gösteriyor
cenazeyi Missouri gibi sansasyonel etkisi olan bir zırhlı ile Türkiye’ye
gönderiyordu.
Bu
ziyaret sonrasında Sovyet Rusya’nın tavırlarında bir değişiklik görülmez,
bilakis bir hırçınlık gözlenir. Bu sefer Ruslar, Ermeni, Gürcü isteklerinin
yanına Kürt meselesini de eklerler. Rus gazetesi Trud durup dururken ‘Bağımsız
Kürdistan’ konusunu işlemeye başlamıştır. Hepsinden tehlikelisi Ruslar artık
Boğalar konusundaki taleplerini resmen açığa vururlar. Türkiye Dışişleri
Bakanlığına 7 Ağustos tarihini taşıyan bir Sovyet Rusya notası verilir. Üstelik
nota içeriği ABD ve İngiltere’ye de bildirilir. Rus notasında Türkiye, İkinci
Dünya Harbi sırasında Boğazları iyi kontrol edememekle suçlanıyor ve yeni bir
Boğazlar rejiminin gereğinden bahsediliyordu.
Bu rejime göre sadece Karadeniz’de kıyısı olan devletler Boğazların yönetimi
ile ilgili yetkiye sahiptirler ve Boğazların güvenliği için Türkiye ve
Sovyetler Birliği ortak olarak hareket etmelidir.
Dikkat
edilecek olursa Rus notası ABD ve İngiltere’yi dışlamaya yöneliktir. Doğal olarak bu nota Türkiye’nin işine
yarayacak ABD’yi daha çok işin içine çekecek, hatta taraf yapacaktır. Bu sırada
Türkiye’de seçim sonuçlarına istinaden Recep Peker Hükümeti kurulmuştur. Hasan
Saka Dışişleri Bakanıdır. Nitekim ABD derhal Rus notasını ret eder. Sovyetler
Birliğinin esas hedefinin Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmek olduğu artık
iyice anlaşılmıştır.
ABD
ve İngiltere ile yapılan bir dizi diplomatik temastan sonra, Türkiye Sovyetler
Birliğine cevabi notasını 22 Ağustos 1946 günü verir. Türkiye’nin notasında,
savaş sırasında Boğazların kontrolü ile ilgili Sovyet suçlamaları ret ediliyor,
Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğu vurgulanıyor. Boğazların kontrolüne hiçbir
Karadeniz ülkesinin katılmasına gerek olmadığı da belirtiliyordu. Ancak Montrö
sözleşmesinin tekrar gözden geçirebileceği de ifade ediliyordu. Türk notasının
ardından hemen cevabi Rus notası gelir ve bu durum bir sağırlar diyaloğu
halinde, notalaşarak bir süre devam eder. Ancak durum hala son derece
tehlikelidir. Zira ne ABD ile ne İngiltere ile Türkiye arasında herhangi bir pakt
bulunmamaktadır. Rusya aniden Türkiye’ye bir saldırıda bulunsa ABD hangi
gerekçeyle müdahale edecektir? Hâlbuki ABD ve Avrupa ülkeleri arasında Sovyet
yayılmacılığına karşı, sonunda NATO’ya dönüşecek ittifak faaliyetleri çoktan
başlamıştı. Daha Paris konferansından
hemen sonra, gitgide güçlenen Sovyetler Blokuna karşı Batı Federasyonu kurma
fikri oluşmuştu. Nitekim 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda,
Lüksemburg arasında ekonomik, kültürel ve savunma işbirliğini ön gören Brüksel
Anlaşması yapılacaktır. Ancak bu ülkelerin gücü Sovyet Bloku karşısında
yetersizdir. Bunun üzerine Kanada, ABD, İzlanda, İtalya, Portekiz’in de
katılımıyla Kuzey Atlantik Paktı (North Atlantic Treaty Organization) 4 Nisan
1949 tarihinde imzalanacaktır. Bu anlaşmalar Sovyetler tehlikesinin
büyüklüğünün bir belgesidir. Zira Polonya, Doğu Almanya, Yugoslavya,
Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan,
Azerbaycan, tüm Türki devletler Sovyet etkisine girmiş ve askeri güçleri ile
dev bir ordu meydana getirmişlerdir. Sovyet Rusya’nın gözü şimdi de Türkiye
üzerindedir.
Geçen
kısa sürede Kuzey Atlantik Paktı, 4 Nisan 1949’da NATO (Atlantic Treaty
Organization) adını alacaktır. Diğer tarafta Sovyetler Birliği güdümündeki
ülkeler de, bir süre sonra aralarında askeri güce dayalı Varşova Paktını 1955
yılında imzalayacaklardır. Böylece dünya amansız bir soğuk savaşın içine girecektir.
Türkiye
böylesine yaşamsal tehlikeler altında olmasına rağmen bir türlü NATO’ya davet
edilmez. Hatta İsmet İnönü yönetimi NATO’ya girmek için çeşitli mesajlar
gönderir, ancak nafiledir. Tıpkı bugün Avrupa Birliği konusunda olduğu gibi
Türkiye’yi tam manasıyla NATO’ya almak istemezler. Türkiye’nin isteği
karşısında Türkiye’ye sadece Ortadoğu komutanlığı gibi yarı üyelik
tekliflerinde bulunulmuş, Türkiye’de bunu kabul etmemiştir. Bu teklif aynen
Merkel’in ‘İmtiyazlı Ortaklık’ teklifi gibidir.
ABD,
Sovyet Birliği karşısında Türkiye’nin yanında yer almıştır ancak bu yer alış
tamamen kendi çıkarları sebebiyledir. Zira savaş sonrası ortamda Türkiye
kanaatimizce İnönü’nün çekimser, kararsız politikaları yüzünden tam manasıyla
bir yalnızlığa itilmiştir. Avrupalılara göre, Türkiye savaşta Almanlara
yakınlık göstermiştir. Müttefiklerin ısrarına rağmen savaşa müdahil olarak
katılmamıştır.
Bu
arada ABD’deki Ermenilerde boş durmazlar, Türkiye aleyhine propagandalar ayyuka
çıkar. Zira eğer Türkiye Demirperde ülkesi olursa Ermenistan ile Doğu
Anadolu’nun birleşmesi mümkün olacaktır, hayaline kapılırlar.
NATO
oluşumu süreci içinde batı âleminin, bırakın Türkiye’yi aralarına almayı 21
Şubat 1947 tarihinde İngiltere, Türkiye ve Yunanistan hakkında bir muhtırayı
ABD Dışişleri Bakanlığına verir. Muhtıraya göre ekonomik bakımdan sıkışık olan
İngiltere Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapamazmış. O tarihte Truman
doktirini çerçevesinde Marshall Planı yardımları, Sovyet tehdidi altında olan
ülkelere de yapılıyordu. İngiltere bu yardımlardan rahatsız olmuş olmalı.
14
Mayıs 1950 tarihinde Türkiye’de genel seçimler yapılır ve seçimleri Demokrat
Parti büyük bir çoğunlukla kazanır. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes
başbakan olmuştur. Eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve partisi CHP artık
muhalefet sıralarına yerleşmişlerdir. Menderes tabiri caizse sefalet içinde bir
Türkiye devir alır. Halkımızın % 80’i köylerde yaşamaktadır ama köylerde yol
yoktur, su yoktur, elektrik yoktur. Kadın, erkek, çocuk mandalar arasında yıkanmaktalar,
bit, tifüs, verem salgın halindedir. Sağlık hizmetleri sadece bazı şehir
merkezlerindedir. O zamanki Türk
köylerinin halini bir köy öğretmeni olan Mahmut Makal, ‘Bizim Köy (Varlık
Yayınları) adlı kitabında ayrıntılı anlatmıştır.
Türkiye
savaş yıllarında ordusu için bazı yardımlar almıştı. Bu batı yardımları esasen
Türkiye’yi savaşa sokmak için verilmişti. Ancak bu yardımlarla CHP hükümeti
altın ve dolar stoku yapmış, bazı kayıtlara göre 245 milyon dolarlık altın
stoku varmış. Dış tehditler için alınan ve Merkez Bankası kasalarında bir savaş
hali için stoklanan bu altınlar elbette karın doyurmuyordu.
Konumuzla
ilgili olarak ifade edecek olursak, Rus tehditleri tüm şiddetiyle devam
etmesine rağmen Türkiye NATO’ya hala kabul edilmemiştir. Birinci Menderes
Hükümeti de ilk işlerinden biri olarak
NATO’ya
başvurur. Ama yine sonuç alınamaz.
1950 yılında Kore Savaşı
patlar. Kuzey Kore ve Güney Kore
arasında meydana gelen bu iç savaş Türkiye için büyük bir öneme sahiptir. Zira
ABD ve Birleşmiş Milletlerin Güney Kore yanında, Çin Halk Cumhuriyet ve Sovyet Rusya’nın Kuzey
Kore tarafında yer almalarıyla savaş uluslararası bir boyuta taşınmıştır.
Komünizm yayılmacılığından öcü gibi korkan ABD, Birleşmiş Milletleri de devreye
sokmaya çalışır. Koca bir dev Çin ve Kuzey Kore de komünist bir rejime
girmişlerdir. Şimdi de Kuzey Kore Güney Kore’ye rejimini ithal etmek
istemektedir.
Görüldüğü
gibi Kore gerçekte, emperyalist güçlerin oyunları ile tam ortasından 38.
Paralelden itibaren ikiye bölünmüş ve şimdi de bölünen bu iki parça iç savaşa
sürüklenmiştir. Yakın gelecekte aynı bela Vietnam’ın da başına gelecektir. 2017
yılında PKK terörü, Ermeni Soykırım tasarısı, FETO yapılanması 15 Temmuz darbe
girişimi derken emperyalist güçlerin Türkiye’ye yapmak istedikleri de
farksızdır.
ABD
Kore savaşı münasebetiyle, tüm Birleşmiş Milletler ülkelerinden asker yardımı
ister. Rahmetli Menderes siyasal bir öngörü ile bu isteği ilk değerlendiren
ülkenin Türkiye olmasını sağlar. Türkiye Kore Savaşı’na 241. Piyade birliğini
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında gönderir. Türkiye bu savaşta çok fazla
askeri kayba uğramasına rağmen büyük bir başarı göstermiş ve çok faydalı
olmuştur. Tüm hür dünyada yalnızlığa itilmiş olan Türkiye’nin prestiji bir anda
tavan yapar. Kahraman Türk piyadeleri hür dünya için canlarını hiçe saymış ve
saldırgan Komünist Kuzey Kore ile göğüs göğüsse süngü savaşları yapmış
şehitler, gaziler vermiş ve Kuzey Kore’nin, Çin’in durdurulmasında önemli rol
oynamıştır.
Rahmetli
Menderes Türkiye’nin itibarının son derece yükseldiği bu ortamda, ikinci bir
hamle yapar ve NATO’ya yeniden müracaat eder. Artık Türkiye’nin NATO nezdinde
ret edilmesi mümkün değildir. Böylece 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye
Cumhuriyeti NATO’ya tam üye olur. Akabinde 8 Eylül’de İzmir’de Müttefik Kara
Kuvvetleri Karargâhı (Landsoutheast) kurulur ve karargâhın başına ABD’li bir
Korgeneral getirilir.
Artık
Türkiye Cumhuriyeti topraklarından talepte bulunmak veya Türkiye’ye saldırmak
ABD ve NATO devletlerine saldırmak ile eş değerdir. Dolayısıyla Rusların Kars,
Ardahan’ı istemeleri ve Boğazlarda üs kurma talepleri bıçak gibi kesiliverir.
Aziz
dostlar, o tarihin şartları göz önüne alındığında Menderes’in akılcı
politikaları sayesinde NATO’ya girmemiz milli bir zafer olmuştur.
10
Mart 1954 tarihli ve 6375 sayılı kanunla, ‘NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi’
Türkiye tarafından kabul edilmiştir. Bu sözleşmenin kabulünden itibaren ABD’nin
Türkiye topraklarında askeri tesisler ve üsler kurması, askeri personel
bulundurması başlamıştır. Ancak 1954’den
itibaren hele Sovyetler Birliğinin 1991 yılında dağılması, soğuk savaşın sona
ermesi ve yayılmacı Sovyet tehlikesinin ortadan kalkmasından sonra kanaatimizce
NATO mahiyet değiştirmiştir. Zira Varşova Paktı ortadan kalkmış ve ABD ile NATO
dünyada tek güç haline gelmiştir.
Artık
öyle bir noktaya gelinmiştir ki, 2017 yılında NATO’nun
Türkiye için faydalı mı zararlı mı olduğunu tartışmaktayız. Zira Türkiye’mize
büyük zarar veren, kalkınmasını, demokratikleşmesini durduran askeri darbelerin
arkasında hep NATO izlerini gördük. NATO bir yerde ABD demektir. Türkiye’yi
NATO’ya sokarak Sovyet tehditlerinden kurtaran Adnan Menderes’in 1960 yılı
Temmuz ayında Kruşçev ile Moskova’da randevusu olduğunu düşünürsek 27 Mayıs
Darbesi felaketinin ve infazların arkasında da ABD izlerini bulabiliriz.
Kurtlar
sofrasında bağımsızlığın tek yolu güçlü bir ekonomiye ve güçlü bir orduya sahip
olmaktan geçer.
HASAN
EMRE OKTAY
Fenerbahçe,
28.11.2017