TÜRKİYE’YE
HİZMET ETMEK BİRİLERİNE GÖRE HAİNLİK!..
[Sinan MEYDAN’ın
“MENDERES'İN TARIM İHANETİ (Menderes Müslüman Türk İnsanına Domuz Eti/Yağı
Yedirdi Mi?") Atatürk'ün Tarım Devrimi” adlı makalesine esastan cevap;
Usulen tekzip ve hukuken reddiye.] (*) Bahusus metin makalenin sonuna konulmuştur)
Hasan Emre OKTAY
Sayın Sinan
Meydan; Rahmetli Adnan Menderes ile ilgili suçlayıcı yazınızı üzüntü ile
okudum. Üzüntümün ana sebebi yorumlarınızda, bir darbecinin Haydar
Tunçkanat’ın, yaptıkları darbe işini aklamaya çalışan kitabını kaynak olarak
kullanmanızdır. 1970 yılı öncesinde Harp Okulu 2 senedir. Daha sonra 3 ve
1980’den sonra da 4 seneye çıkarıldı. Tunçkanat 2 senede neler öğrendi ki,
Türkiye Cumhuriyetinin seçilmiş hükümetini silah zoruyla deviriyor ve ülke
yönetimini gasp ediyor, sonra da meşrulaşmaya çalışıyor. Bu öyle bir meşrulaşma
çabasıdır ki, devirdikleri iktidarın hayallerindeki suçlu iktidar olmadığını
anlayınca, bir takım kanunlar çıkarıp geriye yönelik uygulamalar bile yaptılar.
Yani evrensel hukuka aykırı olarak, hukuk diliyle makabline teşmil ettiler.
Atatürkçüyüz dediler ama Atatürk’ün 1934’den sonra hiç yanından ayırmadığı,
gördüğü zaman memnuniyetten gözlerinin parladığı, İktisat vekili ve bizzat
atadığı başvekili, İstiklal Mücadelemizin komitacısı, istiklal madalyalı, o
zaman 77 yaşındaki Celal Bayar’ı ite kaka Yassıada’ya tıkıyorlar ve zulümleri
ile intihar noktasına getiriyorlar ve siz böyle bir ekibin bir parçasının
yazdıklarını ciddiye alıp, kaynak olarak kullanıyorsunuz. Hâlbuki onların
yapacakları en etik iş nedamet getirmek ve özür dilemek olmalı idi. Zira
Türkiye’ye verdikleri zarar ağırdır. Aralarında yaptıkları işten dolayı
pişmanlıklarını yana yakıla anlatanlar da var. En doğrusu 27 Mayıs’ın masaya
yatırılıp, yargılanmasıdır. Ama ne yazık ki bu henüz yapılmadı.
Sinan Bey siz 1975 doğumluymuşsunuz, demek ki, Menderes dönemini yaşamadınız. Hatta 12 Mart dönemini de yaşamadınız. 12 Eylül Darbesi yapıldığında 5 yaşında idiniz. 1995’de 20 yaşındasınız, anlaşılan sürekli 27 Mayıs darbesini yapanların ve destekleyenlerin kitaplarını okumuşsunuz. Zira nerdeyse ‘idamlar yerindedir, iyi oldu’ demeye getiriyorsunuz veya dedirtiyorsunuz. Zira yazınızın altındaki yorumlarda böyle ifadeler okudum. Menderes de ekibi de etten kemikten yapılmış bir insandır. Ne demişler beşer şaşar, muhakkak ki hataları olmuştur, kimin hataları yok ki! Ancak şüphesiz ki, rahmetli Menderes’in sevapları hatalarından ağır basar. Hele 27 Mayıs Darbesini yapanların, destekleyenlerin ve 14 Mayıs 1950 öncesi Türkiye’yi yönetenlerin hatalarına bakacak olursak Menderes son derece masum ve Türkiye için yararlı işler yapmış bir lider olarak temayüz eder. Ama siz yazınızda, Menderes’in hataları’ falan demiyorsunuz, yerine ‘Menderes’in ihaneti’ hükmünü veriyor ve suçlamasını yapabiliyorsunuz. Bugün Türk Halkının ezici çoğunluğunun rahmetle andığı merhum Adnan Menderes’e hain diyorsunuz, ihanetinden bahsediyorsunuz.
Sinan Bey siz 1975 doğumluymuşsunuz, demek ki, Menderes dönemini yaşamadınız. Hatta 12 Mart dönemini de yaşamadınız. 12 Eylül Darbesi yapıldığında 5 yaşında idiniz. 1995’de 20 yaşındasınız, anlaşılan sürekli 27 Mayıs darbesini yapanların ve destekleyenlerin kitaplarını okumuşsunuz. Zira nerdeyse ‘idamlar yerindedir, iyi oldu’ demeye getiriyorsunuz veya dedirtiyorsunuz. Zira yazınızın altındaki yorumlarda böyle ifadeler okudum. Menderes de ekibi de etten kemikten yapılmış bir insandır. Ne demişler beşer şaşar, muhakkak ki hataları olmuştur, kimin hataları yok ki! Ancak şüphesiz ki, rahmetli Menderes’in sevapları hatalarından ağır basar. Hele 27 Mayıs Darbesini yapanların, destekleyenlerin ve 14 Mayıs 1950 öncesi Türkiye’yi yönetenlerin hatalarına bakacak olursak Menderes son derece masum ve Türkiye için yararlı işler yapmış bir lider olarak temayüz eder. Ama siz yazınızda, Menderes’in hataları’ falan demiyorsunuz, yerine ‘Menderes’in ihaneti’ hükmünü veriyor ve suçlamasını yapabiliyorsunuz. Bugün Türk Halkının ezici çoğunluğunun rahmetle andığı merhum Adnan Menderes’e hain diyorsunuz, ihanetinden bahsediyorsunuz.
Bendeniz 1947
doğumlu olduğum için Menderes dönemini ve 27 Mayıs Darbesini bizzat yaşadım.
Mağduru da oldum. Rahmetli Celal Bayar’ın da, rahmetli Adnan Menderes’in de
ellerini öptüm. Atatürk sofralarının teklifsiz davetlilerinden rahmetli Mahmut
Baler ile ailece görüşürdük ve çok çok ilginç anlatımları, yani olayların canlı
şahitlerinin anlatımlarını dinledim. Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e taşınırken
merasim kıtasını paraşüt kulesinin olduğu yerden izledim. 1955 ve 1965
dönemlerini çok iyi hatırlıyorum ve bu dönemlerin üzerinde çalıştım, kitaplar,
makaleler yazdım. Bu bağlamda bazı düşüncelerimi size aktaracağım.
Menderes dönemini anlamak için, muhakkak 14 Mayıs 1950 öncesi İsmet İnönü dönemini, o dönemde Türkiye’mizin halini irdelemek gerekir. Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Sayfa 203,
Menderes dönemini anlamak için, muhakkak 14 Mayıs 1950 öncesi İsmet İnönü dönemini, o dönemde Türkiye’mizin halini irdelemek gerekir. Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Sayfa 203,
“…Sabah güneş
doğarken gözünü güne açan her vatandaş o gün sofrasına bir dilim ekmek koyup koyamayacağını
ve ordunun yönetim mevkilerindeki her komutan o gün askerlerine ne
yedireceğini, yemsizlikten kırılan hayvanlarına bir avuç yem bulup
bulamayacağını, uçakların motorlarına benzin, motorlu vasıtalarına kaç tane
yedek lastik bulup bulamayacağını düşünüyordu. Başlayan güne birliklerine et,
yağ, şeker bulup bulamayacağını düşünerek kaygılar içine giriyordu.
Telefonlarımız gecenin geç saatlerine kadar işliyordu. Hiç durmadan şu validen
ertesi gün halka dağıtılacak hububat kalmadığını, erzakların yetersiz,
vasıtaların atıl hale geldiği haberleri alınıyordu. Mesela İzmir’de palamudun,
küspenin una karıştırılmasını gerektiren tedbirler alınmak zorunda kalınıyordu.
İzmir valisi bir gün bana, İzmir’de kasasını açarak, ‘İşte dün fırınlardan
çıkan bu, bir tanesini hatıra olarak saklayacağım’ diyerek taşla, moloz arası
kara bir hamur, daha doğrusu çamur parçası göstermişti…”
Halk Partili
Şevket Süreyya Aydemir’in bu satırlarını okuyan bazı kişiler, Milli Şef
dönemindeki sefaleti savaşa bağlayıp kolayca işin içinden çıkacaklarını
sanmaktadırlar. Hâlbuki gümbür gümbür gelen, İkinci Dünya Savaşına karşı
gerekli önlemlerin, zamanın Milli Şefi İsmet İnönü ve hükümetleri tarafından
alınmadığı bir gerçektir. Örneğin tarım ülkesi olmayan İsviçre’de savaşın
çıkacağı anlaşıldıktan sonra, bizim gibi etrafı ateş çemberi olsa da gerekli
önlemler alındığı için çok fazla sıkıntı çekilmemiş. İsviçre 1936’dan itibaren
savaş kokusunu alır almaz, dış alım seferberliğine girişmiş tahıl, şeker,
iplik, pamuk vb. gibi yaşamsal maddelerin stokunu yapmış ve tüm bu maddeleri
vesikaya bağlamıştır. Hâlbuki Türkiye’de savaşın başlangıcından 20 gün önce 11
Ağustos 1939’da Milli Şef İnönü’nün başvekili Dr. Refik Saydam şöyle
konuşmuştur. (Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam)
“…Biz bu savaşın dışındayız. Tedbirlerimiz ihtiyati tedbirlerdir. Dış münasebetlerimiz dostanedir. Memlekette en az bir senelik iaşe maddelerimiz vardır. Zirai istihsal emin ve sağlamdır…”
“…Biz bu savaşın dışındayız. Tedbirlerimiz ihtiyati tedbirlerdir. Dış münasebetlerimiz dostanedir. Memlekette en az bir senelik iaşe maddelerimiz vardır. Zirai istihsal emin ve sağlamdır…”
İşte bu
tedbirsizliklerden dolayı, savaşa girmediğimiz halde savaş Türk evlerine girmiş.
Şehirlerde insanlar apartman bahçelerine sebze eker hale gelmişler. Ekmek,
şeker, hatta çivi lüks maddeler arasına girmiş. Türkiye’deki sefalet harp
halindeki ülkelerden de beter görünmektedir. Zira ölüler için kefen bulmak bile
mesele haline gelmiş. Lise yıllarımda Ata Kolejinde okurken, edebiyat
öğretmenimiz Cemil Yener’in şu ifadelerini hiç unutmam,
“…Sokaklarda
yerlere yatmış yırtık pırtık kıyafetli insanları, açlıktan ölüyorum diye
inlerken görürdük…”
Bazı kişiler tüm
bu sefaletten bihaber İnönü’nün savaş politikasını çok başarılı bulurlar ve
İnönü’nün şu sözünü hatırlatırlar,
“…Ben savaşta
belki çocukları ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım…”
Evet, çocukları
ekmeksiz bıraktığı kesin. Zira savaşa katılmış ülkelerde enflasyon % 25’lerde
cereyan ederken, savaşa katılmamış Türkiye’de enflasyon % 500’leri bulmuştur.
1943 yılında ülkede dehşet verici bir tifüs salgını başlamıştır. Tifüsü bit
yapar, en iyi çare de temizliktir. Ancak ülkede bir kalıp sabun bulmak ciddi
bir meseledir. Eğitimci yazar Ertuğrul Seyhan, Celal Bayar Belgeselinde şu
sözleri sarf ediyor,
“Harp ekonomisi
bambaşka bir ekonomidir, onun alınması gereken tedbirleri vardır. İsmet Paşa
ekonomist olmadığı, harp ekonomisi hakkında da bilgisi olmadığı için yanlış bir
icraata girişti. Mesela halkın elinden buğdayları aldı, topladı. Silo yok,
onları muhafaza edecek. Topraklarla buğdayların üzerleri örtüldü, yığınlar,
onlarca, binlerce ton buğday çürümeye terk edildi….”
Varlık Vergisi faciasının ve Zorunlu Askerlik
uygulamasının ayrıntılarına girmiyorum. Sinan Bey siz ekonomik açıdan rahmetli
Menderes’in nasıl bir Türkiye devir aldığını hesaba katmadan son derece ağır,
insafsız eleştiriler yapmışsınız. Çünkü kaynak olarak, rahmetli Menderes’i ve
iki bakanını İmralı’da asarak öldüren, Yassıada’da da savunmasız 11 kişiyi
acımasızca işkence altında, Bizanslardan kalma tarihi zindanda öldüren ve sonra
fütursuzca kalp krizi raporları veren bir ekibin bir ferdini kullanmışsınız. Bu
eyleminizi yüzünüzdeki temiz ifade ile hele Atatürkçülüğünüzle hiç
bağdaştıramadım.
Menderes öncesi
dönemi anlatmaya devam ediyorum. Savaş bitti ama bakın bir köy öğretmeni olan
Mahmut Makal 1946-50 yılları arasında İç Anadolu’da yaşanan açlığı notlarında
nasıl anlatıyor. (Bizim Köy, Sayfa 125),
“Çocukların
gözüne bak fersiz, yüzüne bak kansız, cansız… Öğrencilerin evlerinde ne
yediklerini araştırdım. İkinci sınıfın neticesini vereceğim. Bu sınıf 31
kişidir….9 Ekim Cumartesi, birinci dersten sonra çocuklara sıra ile sordum. Bu
sabah 21 kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş. On kişi yavan ekmek dörünüp
yemiş…11 Ekim öğleden sonra, 31 kişide hep karpuz şalağı (büyümemiş karpuz) ile
ekmek yemiş…20 Ocak Perşembe günü öğleden sonra, 4 kişi yavan (katıksız) çorba,
6 kişi bulgur pilavı, 16 kişi ekmek gevretip yemiş, 4 kişi pilav ısıtıp yemiş,
5 kişi pekmez dürümü, 2’si evde anasını bulamamış aç gelmiş, 7 tanesi ne
yiyeceğim diye ağladıktan sonra yavan ekmek yiyip gelmişler, 10 kişi spüan
tuzlayıp dürümüşler…Bahar geldi katıklar tükendi, unlar bile tükendi. Hemen
herkesin yediği şimdi cacıklı pilav, öğleyin cacıklı dürüm, akşam cacıklı
pilav. Ccık deyince şu iştah verici yoğurtla, salata gelmesin aklınıza. Cacık
diye burada karavuluk, mercimek, çitlik, kuşkuşu, iğnelik, yemlik gibi otlara
derler. Kadınlar, kızlar bahar boyunca akşamlara kadar dere, bayır dolaşıp sele
ve çantalar dolusu bu otları toplarlar. Tuzlayarak, yufka ekmeğe sarılıp,
dürülerek yenir…Çocukları bit için yoklama yapmak için yakalarını falan açmaya
lüzum yok. Zaten çare olmadıktan sonra yoklama neye yarar. Öğrenciler derste
parmak kaldırıyorlar, arkadaşının boynundakini (bit) haber veriyorlar. Yaka
açmıyorum, boynundan görülüyor… Bazıları tamam soyunup, babalarının veya
kardeşlerinin içliğini vesaire giyip geliyorlar. Dış giyim yok, içlikle, don
esas giyimi teşkil eder. Giyinip geldiklerinde bakıyorum, fakat gel gör ki o da
bit dolu. Demek kökten kaynıyor. Öğrenciler ve misafirlerim kaynar da ben boş
durur muyum hiç… Elbisemin içine akrep girmiş gibi kıvrandım ve hemen soyundum.
Meret bir çekirge yavrusu gibi nasıl da büyümüş…”
“Orta Anadolu
köylerinin büyük bir kısmı, açlık dediğimiz korkunç ve yüz kızartıcı faciayı
yaşamaktadır.”
Ve ekliyor,
“…Bütçe
imkânlarımız müsaade etmiyorsa, böyle bir felaketle karşılaştığımızı bütün
dünyaya ilan edelim. Marshall Planının, Birleşmiş Milletlerin, Avrupa
Konseyi’nin, Milletler Arası Banka’nın yardımlarını isteyelim. Bizim bu derece
kayıtsız kaldığımız bu hadise karşısında, hakiki mahiyetini öğrenmek fırsatını verirsek,
emin olunuz ki medeni dünya harekete geçer. Bize istediğimiz yardımı hatta
fazlasıyla bulup verir. Milyonlarca insanımız açlık işkencesi içinde kıvranır,
ölüm tehlikesi ile burun buruna yaşarken, kalkınmadan bahsedebilenlerin vicdan
huzuruna şaşmamak elden gelmiyor…”
Bakın Yaşar Nabi
o kadar çaresiz ki, ABD, BM yardımlarını isteyelim diyor. Siz ise ABD ile
yapılan ticaretin, yardımların şartlarından şikâyet ediyor, domuz etinden
bahsediyorsunuz. Sayın Sinan Meydan eskiden ‘Kavruk Adamlar veya Çocuklar diye
bir yakıştırma vardı. Bakarsınız bir çocuk, boyu vücut yapısı ile bir çocuk,
yüzüne bakarsınız kırış kırış. Yaşını sorarsınız ya 30 der ya 35. Açlıktan
gelişememiş, bedeni çocuk gibi kalmış insanlarımız. Ayaklarda lastik ayakkabı
benzeri bir şey veya yırtık pırtık lastik çizme. Kapalı yerde kokudan
duramazsınız. Okullarda yama yapma öğretilirdi. Yırtık gezmek ayıp ama yamalı
gezmek ayıp değil, gibi bir slogan da vardı. Siz Türkiye’nin bu feci durumunu
hiç hesaba katmadan kalkmışsınız, ‘efendim Menderes şu kanunu çıkardı, yok bu
kanunu çıkardı, ABD’ye imkânlar tanıdı, Türk halkına domuz eti yedirdi vesaire’
Önce sahaya inmek lazım, yukardaki acı tabloyu hesaba katmadan, uygulanan
ekonomik politikaları eleştirmek hiçbir şey ifade etmez.
1945-49 yıllarında
ülkemizin ekonomik durumu, böylesine içler acısı bir halde iken, 1944 yılında
Milli Şef İsmet İnönü, Avustralyalı bir heykeltıraşa 1 milyon 290 bin lira
karşılığında heykelini yaptırıyor. O zamanın parasıyla ödenen bu meblağ bir
servet. Bu günkü Taksim Gezisinin adı İnönü Parkı yapılmış ve heykel buraya
yerleştirilecek. Ancak 14 Mayıs 1950’de iktidar DP’ye geçince bu heykel çok
tepki alıyor ve heykel İnönü parkındaki kaidesine bir türlü yerleştirilmiyor.
Sonunda heykel devlet tarafından İnönü ailesine bağışlanıyor. Heykel bugün
Taşlık’taki İnönü konağının bahçesinde bulunuyormuş. Kaide de gezi parkında
senelerce durdu. İşte eleştirilecek bir konu size. Bakın Menderes’i de
eleştirebilirsiniz ama asla hainlikte itham edemezsiniz.
Hiç düşünmüyor
musunuz niye diye, 27 Mayıs Darbesinden 57 yıl geçti ve Türk halkı Menderes’i
gitgide artan bir sevgi ve rahmetle anmakta. Üniversitelere, bulvarlara, hava
limanlarına merhum Menderes’in adını koymakta. Her yıl Anıtmezarda rahmetliler
Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes kitleler tarafından
rahmetle anılmakta, dualar okunmakta, onlar için gözyaşı dökülmekte. Diğer
taraftan 27 Mayıs’ı yapan o asi cuntanın adlarını bile kimse bilmez. Onlar
kendilerine devrimci dediler ama Türk Halkı onlara isyancılar, işbirlikçiler
dedi. Bu gün 27 Mayıs, dış mihraklı 15 Temmuz kanlı FETO darbe girişiminin
geçmişteki bir varyasyonu olarak değerlendirilmektedir ve doğrudur.
Köy enstitüleri
konusuna gelince, bu konu da Menderes ve DP aleyhinde şiddetle istismar edilmiş
bir konudur. Köy Enstitüleri, 1940 yılında Anadolu’nun okulsuz, öğretmensiz,
sefil hali göz önüne alınarak düşünülmüş iyi niyetli bir uygulama. Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç bu işle
görevlendirilirler. Amaç köylerden ilkokul mezunu olmuş zeki çocukların bu
enstitülerde yetiştirildikten sonra, yeniden köylere giderek öğretmen olarak
çalışmaları. Bu öğretmenlerin köylerde hem okuma yazma öğretmesi, hem temel
bilgileri vermesi, hem de bölgenin özelliklerine göre modern tarım tekniklerini
öğretmesi bekleniyordu. Yöntem olarak da iş yaparken öğrenme, yani tatbiki bir
teknik kullanılacaktı. Köy Enstitülerinin müfredatına bakıldığında din dersine
hiç yer verilmediği görülür. Hedef kırsal kesimin kısa sürede kalkınması. Ancak
Ankara’nın yollarının Polatlı’da bittiği, bir ilden diğer ile gitmenin bir
macera gerektirdiği bir dönemde, yolu olmayan, elektriği olmayan, suyu olmayan,
suyu göllerden, derelerden alan ve sağlık hizmetleri için Ankara, İstanbul,
İzmir, Adana gibi şehirlere gitmek zorunda olan köylüyü bu proje ile iyice
köyüne hapsetmek mahsuru düşünülmemişti. O dönemlerde tüm dünyada, özellikle
dar gelirli çevrelerde etkili olan komünizm propagandası için de, köy
enstitüleri çok uygun ortam oluşturuyordu. Ayrıca açlıktan midesi guruldayan
köy çocuğuna keman çalmasını öğretmek de ironik oluyordu. Köy Enstitülerinin
mekânı, yiyecek, içeceğe kadar tüm masrafları köylüye yükleniyor, zaten geçim
sıkıntısı içinde olan köylü bu ilave masraflardan bunalıyordu ve enstitüleri
külfet olarak görüyorlardı. Zaten savaş zamanı nedeniyle köylerdeki erkek iş
gücü, yeniden askere alınmış, köylerde kadın, çocuklar ve yaşlılar kalmıştı.
Enstitülerin kurulması için bu çocuk iş gücü gerekmekteydi. Köylülerin tek
dayanakları olan çocuklarını enstitülere vermek istemeyeceklerini tahmin etmek
zor değildir. Nitekim de öyle oldu. Zaten köylerin içinde bulunduğu sefaletten,
sağlık hizmeti yetersizliği, salgın hastalıklardan dolayı, köylere gönderilen
çok az sayıdaki öğretmenler de oralarda tutunamamaktaydılar.
1949 yılında
Recep Peker kabinesinden sonra Şemsettin Günaltay kabinesi göreve gelmiştir.
Recep Peker ve Şemsettin Günaltay sağcı ve otoriter bir yapıda idi.
Enstitülerde komünizm propagandası yapıldığı dedikodusu sonunda, Köy Enstitülerinin
kurucularından Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden
alınmışlardır. Milli Eğitim Bakanlığına Tahsin Banguoğlu getirilmiştir.
Banguoğlu döneminde 5541 sayılı yasa ile artık enstitülere yalnız köy çocukları
alınması uygulamasından vaz geçilmiş ve 5210 sayılı yasa ile de ilkokullara din
dersi konmuştur. Artık kasabalardan da çocuklar köy enstitülerine alınmaktadır.
Zira bu uygulamanın köylü, şehirli gibi ayırımcı bir anlayışı da geliştirdiği
görülmektedir. Sonuçta köy enstitüleri uygulaması 1946 yılından sonra CHP
Hükümetleri tarafından adım adım bitirilmiştir. Zaten geliştirilememiş bir
uygulamadır. Toplam 19 tane köy enstitüsü açılabilmiştir.
14 Mayıs 1950’de
DP Menderes Hükümeti işe başladığı zaman köy enstitüleri körelmiş ve bir sorun halini
almıştı. Rahmetli Menderes bu konuda bambaşka ve son derece akılcı, insanı bir
yol takip etti. Bu yol topyekûn köyleri kalkındırma projesidir. Madem ‘Köylü
milletin efendisidir’ ve o tarihte nüfusumuzun % 80’i köylerde yaşamaktadır. O
halde köylere yol, su, elektrik, sağlık hizmeti, eğitim imkânı aksamadan
ulaştırılmalıdır. Menderes devleti köylüden alan değil, köylüye veren bir
anlayışa getirmiştir. Bu bağlamda öğretmen okullarında yetişen öğretmenlerin
tüm köylere gitmeleri ve oralarda tutunmaları, başarılı olmaları sağlandı. Bu
faaliyetler kusursuz muydu, mükemmel miydi? Elbette hayır ama eskiye nazaran
tüm köylülerin sevgisini kazanacak bir seviyeye gelmişti.
DP ilk kabinesi
Milli Eğitim Bakanı rahmetli Tevfik İleri döneminde, 27 Ocak 1954 tarihinde
çıkartılan 6234 sayılı yasa ile sayıları yok denecek kadar azalmış ve atıl
bulunan köy enstitüleri bütünüyle ilk öğretmen okullarına dönüştürülmüştür ve
böylece Milli Eğitim alanında bulunan sancılı bir yara kapanmıştır. Ne kadar
farklı değil mi? Menderes ‘köy enstitülerini kapattı’ ifadesi insafsız bir
dezenformasyondan başka bir şey değildir.
Gelelim
ekonomiye, tarıma. Türkiye 1945 yılından sonra Truman Doktrini çerçevesinde,
Marshall Planı kapsamına alındı ve 1947 yılında da Türkiye, ‘Uluslararası İmar
ve Kalkınma Bankası’ ve 1948 yılında da ‘Milletlerarası Para Fonu’na üye
olmuştur. 1948- 1952 yılları arasında Türkiye’ye, Marshall Planı mucibince 352
milyon dolar yardım almıştır.
1947 Mayıs
ayında Türkiye’ye yapılacak yardımlar konusunda ön çalışma yapmak üzere bir
araştırma heyeti, Türkiye’ye gelmiş ve bu heyet silahaltındaki Türk
askerlerinin azaltılmasını istemiştir. Gerekçede kantite değil kalite şeklinde
rapor edilmiştir. Bu rapor aynı zamanda bir şarttır. Bu rapora uyulduğu
takdirde yapılacak yardım Temmuz 1947’de Ankara’da imzalanmış. Ancak sayısı
azaltılan ordunun modernleştirmesi adı altında yapılan yardım Türkiye
ekonomisinde hiçbir rahatlama sağlamamış.
16 Nisan 1948
günü Marshall Planında adı geçen 16 ülke Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatını
kurmuştur. 4 Temmuz’da da Türkiye-ABD arasında ekonomik işbirliği anlaşması
imzalanmış. Bu yardımlar alınırken 1948 yılında kurulmuş olan İsrail devleti de
1949 yılında Cumhurbaşkanı İnönü ve hükümetleri tarafından tanınmıştır.
Bu dönemde
yayılmacı politikalar izleyen SSCB’nin tehditleri, ültimatomları başlamıştır.
SSCB Doğu sınırının yeniden düzenlenmesini, tıpkı Batum gibi Kars ve Ardahan’ın
kendilerine verilmesini ve daha beteri Boğazların yönetimine askeri güçle katılmak
istemektedir. İnönü, Sovyetlere karşı kurulmuş olan Kuzey Atlantik Paktına
girmek ister. Tek kurtuluş budur. Yoksa Ermenistan, Gürcistan, Dağıstan, Türki
Devletler, Romanya, Bulgaristan vb. gibi Türkiye Sovyet işgaline uğramak
tehlikesi altındadır. Sonradan NATO olacak olan, Kuzey Atlantik Paktı
Türkiye’yi kabul etmez. Sebepte 2. Dünya Savaşında İnönü tarafından uygulanan
kararsız, çekimser politikalar. Bu politikalar tüm hür dünyada Türkiye’yi
itici, bencil bir konuma yerleştirmiş ve yalnızlığa terk etmiştir.
İşte böyle bir
ortamda 14 Mayıs 1950 tarihinde, DP
‘Yeter!.. Söz milletindir’
sloganıyla, asker-bürokrat saltanatına karşı, bir halk hareketi olarak iktidara geldi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başvekil Adnan Menderes ülkenin üzerindeki örtüyü kaldırdılar ve altından yoksulluk, sefalet, hatta açlık çıktı. Bir taraftan da amansız Rus ültimatomları devam etmektedir. Tarihimize 1945 kâbusu olarak geçen bu son derece kritik dönemden kurtulmak şarttır. 1 Ağustos 1950’de tekrar, NATO adını almış olan Kuzey Atlantik Paktına başvurulur ama nafile bu başvuru da ret edilir. Türkiye’nin sınır güvenliği son derece kritik bir noktadadır.
‘Yeter!.. Söz milletindir’
sloganıyla, asker-bürokrat saltanatına karşı, bir halk hareketi olarak iktidara geldi. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başvekil Adnan Menderes ülkenin üzerindeki örtüyü kaldırdılar ve altından yoksulluk, sefalet, hatta açlık çıktı. Bir taraftan da amansız Rus ültimatomları devam etmektedir. Tarihimize 1945 kâbusu olarak geçen bu son derece kritik dönemden kurtulmak şarttır. 1 Ağustos 1950’de tekrar, NATO adını almış olan Kuzey Atlantik Paktına başvurulur ama nafile bu başvuru da ret edilir. Türkiye’nin sınır güvenliği son derece kritik bir noktadadır.
*
Aynı
tarihte komünist Kuzey Kore, Güney Kore’ye saldırmış ve işgal ederek rejimini
ithal etmek amacındadır. Olaya Birleşmiş Milletler müdahale eder ve hür
dünyadan askeri yardım ister. Menderes son derece akılcı bir politika ile
BM’nin yardım isteğine derhal olumlu cevap verir ve 25 Temmuz 1950 günü 4500
kişilik bir tugayı Kore’ye gönderir. Kahraman askerlerimizin Kore’deki inanılmaz
başarılarının da etkisiyle hür dünyadaki Türkiye imajı olumluya doğru yüz
seksen derece değişir. Menderes bu olayın akabinde de tekrar NATO’ya başvurur.
Türkiye’nin imajı o kadar değişmiştir ki, 1 Ağustos 1950’de Türkiye’nin
başvurusu Yunanistan ile birlikte hemen kabul edilir. 15-20 Eylül 1951’de
Ottowa’da yapılan NATO’nun 7. Toplantısında Türkiye ve Yunanistan oy birliği
ile NATO’ya girerler. Ertesi günü SSCB tehditleri, ültimatomları bıçak gibi
kesilir. Adeta bir savaş kazanılmış ve ülkemizin sınırları güven altına
alınmıştır. Kanaatimce yıllar sonra NATO askeri darbeler ve iç işlerimize
karışılması bağlamında zararlı bir örgüt olmaya başlamıştır. Ancak her olay
kendi zamanında ve şartlarında değerlendirilmelidir. O tarihte NATO’ya kabul
edilmemiz büyük bir başarı olmuş ve Türkiye’yi işgal tehlikesinden
kurtarmıştır.
*
İkinci Dünya
Savaşı biteli 5 sene olmuş. Avrupa’da, özellikle Almanya’da taş taş üstünde
kalmamış. Japonya ise Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarına
ağlamakta, mağlup ve sefil vaziyette. 50 milyon insan ölmüş, daha fazlası
sakat. O zaman için inanılmaz bir rakam. Ülkelerde erkek nüfus yok denecek
kadar az. Birçok ülke sefalet ve açlık içinde, Türkiye’nin şartlarını da
anlattım. Bu durumda ABD ile anlaşmak ve onlardan tarım ürünü alabilmek bir
zaferdir. Yok, efendim ABD bizim tarımımıza karışıyormuş, bu teslimiyetmiş.
Peki, o zaman Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi IMF’yi tüm borçları ödeyip
gönderdiği zaman niçin hiç ilgilenmediniz Sinan Bey. Ayrıca domuz eti palavrası
da çok yersiz. Siz aç kalın bakalım, domuz eti yermişiniz yemez misiniz. Gerçi
dini inancınız var mı yok mu bilmiyorum, var olduğunu varsayıyorum. Ama
rahmetli Menderes’i kötülemek için bu domuz eti kurnazlığını kullandığınıza
göre, Kuran bilginiz eksik. Bakın Kuranı Kerim, Bakara Suresi, 173. Ayet ne
diyor,
*
“O (Allah) size;
ölüyü, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesileni haram kılmıştır.
Ancak kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı aşmamak şartıyla günah yoktur.
Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahim’dir.”
*
Gördüğünüz gibi
kutsal kitabımızın ayeti mecbur kalınırsa, yani açlık varsa domuz eti
yenebilir, diyor. Kaldı ki, ABD’den gizlice domuz eti gelmez. ABD’de domuz eti
yemeyen Yahudiler etkin mevkilerdedir, Müslüman siyahi çoktur. Ayrıca söz
konusu dönemde Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye’nin önemi gitgide
artmaktadır. Bahsettiğiniz o antlaşmanın altında Büyükelçi, Dışişleri Bakanı
Melih Esnenbel’in imzası var. Anlaşmayı tekrar okudum.
*
“ZİRAİ MADDELER
TİCARETİNİN GELİŞTİRİLMESİ VE YARDIMLAŞMA HAKKINDAKİ MUADDEL (değiştirilmiş)
KANUNUN i. KISMI GEREĞİNCE TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİ İLK AMERİKA BİRLEŞİK
DEVLETLERİ HÜKÜMETİ AKASINDA MÜNAKİT (akdedilmiş) ZİRAÎ EMTİA A NLAŞMASİ”
*
Bu günün
şartları ile 1954’ü değerlendirmek çok yanıltıcı olur. Savaş bitmiş ancak
daha 9 yıl geçmiş. Bu anlaşma bir
zaruretti. Anlaşmadaki ürünler Türkiye’de yetiştirilebilirdi, diyorsunuz. İyi
de sanayide el imalatı, tarımda karasaban ile nereye kadar? Sanayinin de,
tarımın da, ticaretin de geliştirilmesi, çağdaşlaştırılması ve tüm Anadolu
sathına, her köye yayılması gerekiyor. Menderes bu yüzden işe traktör alımı,
üretimi ve silo yapımı ile başladı. Söz konusu anlaşmanın adı üstünde ‘Zirai
Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi’ Tabi ki, yol gösterecekler. Ülkede 1954’de
başlayan tarım üretimi patlaması başka nasıl olacak ki?
*
ABD üretim
fazlasını Türkiye’ye gönderiyor, diyorsunuz. Hangi ülke üretim fazlası ile
ticaret yapmaz ki? Türkiye ihtiyacı olan malları mı satıyor? Dünyadaki her ülke
üretim fazlası malları için ticaret yapar. Kaldı ki ABD ile yapılan bu anlaşma
Türk lirası mukabilidir. Anlaşma şartlarına göre, bu ticaretten tekevvün edecek
(oluşacak) Türk liraları her iki memleketin de çıkarına kullanılacaktır. Pamuk
yağı ve soya fasulyesi satışının navlun tutarının yarısı (gemiler ABD) Türkiye
tarafından 2 sene sonra 1956’da ödenecek. Satılan malın dolar değeri 4 milyon
dolar, ödeme lira. Ticaret sonunda ABD hesabına göre biriken liralar, ABD’nin
istediği alanlarda sarf edilecek. O tarihte isterseniz kabul etmeyin, tepenizde
SSCB. Bilakis eğer Menderes bir hain olsaydı bu anlaşmaları kabul etmez,
Anadolu’daki aç çocukları düşünmez ve Türkiye’yi maceraya atardı.
*
Diyorsunuz ki,
ABD kendisine düşman olan ülkelere mal satmamızı istemiyor. ABD’den alınan
mallar kendi ihtiyacımız içindir, o malların başka ülkelere satışı söz konusu
değil ve o malların ikinci sınıf olduğuna dair hiçbir ifade yok. Üretim fazlası
mal, ikinci sınıf mal demek değildir. Soğuk Savaş dönemi başlamış ABD’nin
Demirperde ülkeleri ile ticaret yapmamamızı istemesi gayet doğal. Biz PKK’ya
silah verilmesini, gıda maddesi satılmasını ister miyiz? Bu günün penceresinde
geçmişe bakılır ancak değerlendirmeler, yorumlamalar yaparken muhakkak geçmişin
şartlarını göz önüne almak gerekir. O dönemde Türkiye’de kabul etmek lazım bir
Amerikan hayranlığı da vardı. Meşrubat olarak sadece gazoz veya ayran içen, kot
pantolon bile giymeyen bir ülke, Amerikan Coca Cola’sına, Bluejean’ine, Loafer
(mokasen) ayakkabılarına, kokulu, mentollü sigarasına, viskisine, etkileyici
kokulu crue cut biryantinine gıpta ile bakabilir. Bu gıpta da Amerikan
filmlerinin de rolü çoktur. Bu yanlış eğilimi rahmetli Turgut Özal ithalatı
tamamen serbest bırakarak önledi. Bir box sigara, 10 şişe Amerikan viskisi
yüzünden hapis yatan insanlar vardı. Her şey elinin altında olunca, o şeylerin
gizemi de ortadan kalkıyor. Merhumun rahmeti bol olsun.
*
Rahmetli
Menderes dini siyasete alet etmiştir gibi bir ifadeniz var. Hayır Menderes
elhamdülillah Müslümandı ve Müslümanlığın Türk halkı için önemini çok iyi
biliyordu. Türk askeri Allah Allah diye düşmanla savaşır. Gazilik, şehitlik din
orijinli kavramlardır. İstiklal Mücadelemizde de Anadolu halkının saltanat ve
hilafetin korunması şeklinde motive edildiğini muhakkak bilirsiniz.
*
Tekrar konumuza,
Menderes dönemine dönelim. 1956 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ABD
ziyareti gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaret muhalefet tarafından son derece
istismar edilmiş, Bayar ABD’ye para dilenmeye gitti diyecek kadar
çarpıtılmıştır. Hâlbuki Bayar ABD’de elde ettiği bilgiler ve kredilerle
ideallerinden biri olan, Orta Doğu’da hizmet verecek bir üniversite açılmasını
sağlamıştır. Nitekim ODTÜ böylece hizmete girmiştir. Yine aynı seyahatte alınan
yardım ve kredilerle Ereğli Demir ve Çelik Fabrikası’nın (Erdemir) fizibilitesi
hazırlanmış ve Erdemir 11 Mayıs 1960 tarihinde resmen kurulmuştur. İnşaatının
tamamlanması ve hizmete girmesi 15 Mayıs 1965 tarihidir. Dikkat ediniz 27 Mayıs
Darbesinden 14 gün önce Erdemir gibi dünya çapında bir sanayi kuruluşumuzun
temeli Bayar ve Menderes tarafından atılmıştır. Ama bu mutlu olay Yassıada’da
ört bas edilmiştir.
*
27 Mayıs 1960
Darbesini yapanlar ve alkışlayanlar NATO’yu ne kadar eleştirseler de tarihi bir
gerçeği saklayamazlar. 27 Mayıs’ın ilk tebliği NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız gibi
ABD’ye, NATO’ya, CIA’ye bir mesajla biter. Yorumunu size bırakıyorum.
*
Sizin ihanet
olarak nitelendirdiğiniz, tarımsal faaliyetler ve Menderes’in köylüyü
kalkındırma politikası son derece somut bir gerçektir. Siz bu gerçeği yüz
seksen derece çevirip anlatan darbeci bir kişinin etkisinde nasıl kalırsınız?
Bakın size bazı rakamlar vereyim
Biçerdöver
sayısı = 1949 : 268 1960: 5.554
Mibzer
Traktör = “ :
162 “ : 8.343
Traktör
pulluğu = “ : 1.472 “ : 47.080
Traktör = “ :
1.756 “ : 42.136
1950-60 arası 6.300 hektar ekili
toprak alanı genişletilmiş, üretim artışı da % 123 olmuştur. 1950’den 1960’a
gelindiğinde buğday üretimi % 118, Arpa üretimi % 81, pancar üretimi % 413
artmıştır. Bakın ABD’den ithal edilmiştir falan demiyorum, üretimi artmıştır,
diyorum. Hayvancılıkta da büyük iyileşmeler görülmüştür.
Küçükbaş
hayvan = 1950 :
41.539 1960 : 59.095
Büyükbaş
hayvan = “
: 11.071 “ :
13.575
Sinan Bey domuz
etinden de bahsetmiyorum. Ha o dönemde Türkiye’de yaşayan Ermenilerin,
Rumların, Helenlerin, Süryanilerin sayısı çoktu. Onlar için şarküterilere domuz
eti, sosisi vesaire ithaller mutlaka olmuştur.
Menderes ve
hükümetleri iktidarda bulundukları 10 yıllık sürede 40 bin km. karayolu
yapmışlardır. 11 liman, 5 Havalimanı, silolar, 5 Termik Santral, 5 Büyük Baraj,
Erdemir’in fizibilitesi, projeleri hazırlanmış, Ataş ve İpraş inşa halinde, 14
çimento fabrikası, 11 şeker fabrikası, hatta Boğaziçi köprüsü (15 Temmuz
Şehitler Köprüsü) rahmetli Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri’nin ideali idi ve
başlanmak üzere iken 27 Mayıs darbesi yapıldı.
Bakın rahmetli
Rıfkı Salim Burçak 1991 yılında neler yazmış (Prof. Dr. Rıfkı Salim Burçak, 27
Mayıs Üzerine Görüşler),
“Ama muhalefete
göre memlekette yapılan şeyler vatana ve millete hizmet için değil, oy avcılığı
için yapılmakta idi. Kalkınma için anlatılan şeylerin hepsi plansızdı,
yanlıştı, bozuktu, eksikti, lüzumsuzdu… CHP hızlı kalkınma eserlerini
milletimize işte bu suretle anlatıyor ve muhalefetin görevinin herşeyi ret ve
inkar demek olduğunu sanıyordu. Bunca şeker fabrikasına ne ihtiyaç vardı?
Pancar yetişmeyen yerlerde şeker fabrikası yapmanın anlamı neydi? Türkiye’nin
ihtiyacının çok üstünde çimento fabrikası ve baraj inşa ediliyordu. Bu kadar
çimento nerede kullanılacak, barajların üreteceği fazla enerji toprağa mı
verilecekti? Çukurova’yı taşkından koruyacak, bölgeye elektrik dağıtacak ve o
verimli toprakları sulayacak, bolluk ve bereket getirecek olan Seyhan barajı
hakkında CHP’nin yaptığı propaganda unutulacak gibi değildir. Partinin genel
sekreteri Kasım Gülek, Seyhan Barajını köstebeklerin deleceğini söylüyor ve
Çukurova’yı suların istila edeceğini haber veriyordu. Böylece Seyhan Çukurova
için refah ve saadet değil, felaket hazırlıyordu…”
*
Günümüzde ‘Kanal
İstanbul Projesi’, ‘Üçüncü Hava Limanı inşaatları için de hala birileri
gereksiz, lüzumsuz, Ege’nin, Karadeniz’in dengesi bozulacak gibi eleştiriler
yapmıyorlar mı? Bir tarafta yurt dışında, Almanya telaş içinde Franfurt
Havalimanı ikinci plana düşecek, tüm transit hava geçişleri Türkiye’den yapılacak,
büyük bir mali kayıp olacak diye baltalama hareketleri yaparken, CHP’nin başını
çektiği birileri de aynı minval üzere gitmektedirler, çok yazık. Keza Kanal
İstanbul Türkiye’ye gemi geçişleri için milyar dolarlar kazandıracakken bu
muhteşem projeyi de aynı ekip baltalıyor. Hâlbuki Möntrö Antlaşmasıyla
Boğazlarımızdan geçen ticari gemilerden hiçbir geçiş ücreti alınmaz ve
tankerlerin ve şileplerin yarattığı kirlenme, tehlike hiç dikkate alınmaz.
Sinan Bey, DP’yi
her zaman eleştirmiş, hatta sevmemiş ama hiç değilse biraz insaflı bir kalem
Şevket Süreyya Aydemir Menderes’in ekonomi politikaları hakkında neler yazmış,
kısa bir aktarma yapayım (ŞSA, Menderes’in Dramı, Sayfa 245),
*
“…İşte DP
iktidarı bu alanda gerçek bir başarı kaydetmiş ve dedikodularına dalmazsak
1950’de 137.000 ton olan şeker üretimi, 1960’da 643.000 tona ve fabrika sayısı
15’e çıkarılmıştır. Bu büyük bir inşa başarısıydı. Çimento istihsali de gene 10
yılda 400.000 tondan 1.750.000 tona ulaştırıldı. Dokuma sanayi kapasitesi
1948’e bakarak 1950’de 105 iken, bu kapasite 1960’da 315’e ulaştı. Enerji
üretimi aynı devrede 100’den 375’e yükseldi. Hülasa sanayi genel endeksi DP
iktidarında 100’den 270’e çıktı. Bu arada mesela demir cevheri üretimi 100’den
475’e, çelik üretimi 230’a, bakır üretimi 103’den 235’e yükseldi. Hülasa Halk
Partisi İkinci Dünya Harbinden sonraki inşa misyonunu adeta isteyerek Demokrat
Partiye devretti…”
Günümüzde de
yani 2017 yılında oturduğu yerden dünyanın parasını kazanan, paradan para
kazanan, en ufak yatırım, üretim yapmayan faiz lobisi denilen bir kesim
gözlerini adeta Marmaray’a, Avrasya Tüneli’ne, İzmit Körfez Köprüsüne (Osman
Gazi Köprüsü), hızlı trenlere, Ovit tünellerine, yapılan 16,500 km bölünmüş duble
yola, Karadeniz Sahil Yoluna, hava taşımacılığındaki inanılmaz gelişmelere, 72
ilin doğal gaza kavuşmasına, milli harp sanayimizdeki gelişmelere, sağlık
sektöründeki somut iyileştirmelere vb. kapamış, bu dev yatırımlardan
yararlanıyor ama 15 yıldır bir türlü gelmeyen bir şeriat teranesi tutturmuş her
şeyi körü körüne eleştirmiyorlar mı? İşte bu zihniyet 27 Mayıs’a sebep olan
zihniyettir.
Bakın CHP’nin ileri gelen yöneticilerinden Avni Doğan 27 Mayıs için ne demiş,
Bakın CHP’nin ileri gelen yöneticilerinden Avni Doğan 27 Mayıs için ne demiş,
“İhtilali biz hazırladık, ordu yaptı…”
Gerçekten de dış
mihraklı 27 Mayıs 1960 Darbesi felaketinin alt yapısını, CHP ve İnönü
hazırlamıştır. Hem de tamamen yalanlara dayanarak. Siz henüz dünyada yoktunuz,
o zaman öyle dedikodular çıkarttılar ve zamanın tweet’i fısıltı gazetesi ile
yaydılar ki, ne yazık ki başarılı da oldular. Bu inanılmaz gibi gelen ama ne
yazık ki, o zamanın iletişim şartlarında etkili olan yalan haberlerden birkaç
örnek vereyim.
“iktidar
mensuplarının her biri devlet nüfusunu kullanarak servet sahibi olmuşlar, DP artık
seçim yapmayacakmış, iktidar memleketimizin şeref ve namusunu koruyamamış
kadınlarımızı ve kızlarımızı Amerikalılara peşkeş çekmişler, DP planlı bir
şekilde dikta yönetimi kuruyormuş ve başkaları…”
Sizin
değindiğiniz kanunlar ve bu kanunların çarpık yorumlanması bu yalanlar
akımından başka bir şey değildir. Sinan Bey, darbeden sonra darbeciler hiç
seçilmeden, mebzul maaşlar, bellerindeki tabancaları ile ‘Tabii Senatör’ olarak
Meclis’e yerleşirlerken ‘27 Mayıs’ı öven, Bayar ve Menderes’i DP’yi yerin dibine
batıran konuları içeren anlatımları okul ders kitaplarına soktular. Bu dersler
20 sene okundu ve bir neslin beyni yıkanmaya çalışıldı. Siz de bu anlatımların
etkisinde gibi görünüyorsunuz. Bu darbeciler ve alkışlayıcıları bir de kanun
çıkardılar ‘Tedbirler Kanunu’. Kanunun ana fikri şöyle, ‘Eğer 27 Mayıs’ı ima
ile bile olsa eleştirirseniz veya Bayar, Menderes, DP’yi ima ile bile olsa
överseniz 5 yıl hapis, para cezası’ Ne demokrasi değil mi? Sizin kitabından
yararlandığını Haydar Tunçkanat ve darbeci arkadaşları yaptı bu işleri. Darbeye
bir de devrim dediler. Rusya’da bir devrim oldu, Çarlık yıkıldı SSCB kuruldu,
Fransa’da bir devrim oldu, krallık yıkıldı Cumhuriyet kuruldu, Anadolu’da da
bir devrim oldu, Mustafa Kemal ve arkadaşları padişahlığı ilga ettiler Türkiye
Cumhuriyetini kurdular. Allah aşkına 27 Mayısçılar ne yaptılar? Seçimle gelmiş
meşru bir iktidarı silah zoruyla devirdiler, TBMM’nin kapısına kilit vurdular,
adı ile hiçbir ilgisi olmayan Milli Birlik Komitesi diye bir komite kurdular ve
yasama, yürütme, yargı bendedir, sıkıysa karşı gel dediler. Yüzlerce kişiyi
Yassıada’ya tıktılar, uydurma bir mahkemede güya yargıladılar, işkence ile
öldürdüler, astılar ve siz onları savunuyorsunuz dolaylı bile olsa. 27 Mayıs
1960 darbesinden sonra Türkiye darbeler dönemine girdi. Tam manasıyla ABD’nin
uydusu oldu. Bir inceleyin 27 Mayıs’ı yapan subayların alayı NATO münasebetiyle
ABD’de eğitim almış, yetiştirilmiş subaylardır. ABD Menderes döneminde
Türkiye’ye kredileri ve yardımları sonuna kadar kıstı ama bir de darbeden
sonrasını inceleyin, ABD kredileri, hibeleri, yardımları Türkiye’ye yağdı.
Darbe hükümetini de ilk ABD tanıdı. Hele Eminsular olayı tamamen ABD’nin
isteğiyle olmuştur. 14.700 subayımızın 7 bini ve 300 general bir anda emekli
edildiler. O noktada Türkiye’nin bir işgale uğramaması tamamen ABD güdümüne
girmemiz sayesinde olmuştur. ABD, daha baştan Menderes’i istemedi, çünkü
Menderes işe başlar başlamaz James Barker’ın Türkiye raporunu ve önerilerini
rafa kaldırdı. Bu rapor, ‘sakın sanayileşme, tarım ülkesi kal’ der. Ama
Menderes sanayileşmeye traktörlerle başladı. Ülkede açlık varken tarım ürünleri
ihraç etmeye başladık. Siz bütün bu başarıları maşallah hava şartlarının
yerinde gitmesine bağlamışsınız. Sinan Bey, 1961 ve 1965 seçimleri sonuçlarına
bir zahmet bakıverin ve 27 Mayıs darbesinin arkasında Türk halkının da
olmadığını hemen anlarsınız.
*
Sinan Bey, siz
bir darbeci olan Haydar Tunçkanat’tan bir takım rakamlar, kanun isimleri ve
yorumlar almışsınız. Bir darbeci olan ve kanaatimce 27 Mayıs’ın Türkiye’ye
verdiği zararların, Yassıada zulmünün, cinayetlerinin, İmralı’daki infazların
bilinçaltı da olsa vicdan azabını duyan bir darbecinin yazdıklarına kolayca
inanmışsınız. Bu darbeciler eğer varsa vicdanlarını, ancak yaptıkları işi
aklayarak ve ölümüne sebep oldukları kişileri suçlayarak rahatlatabileceğini
düşünmüşler ve anı kitapları yazmışlardır. Gazeteci yazar Turhan Dilligil’in
bir kitabında ‘Allahsız Gardiyan’ benzetmesi yaptığı Yassıada Kumandanı Yarbay
Tarık Güryay’ın da bir anı kitabı var. ‘Bir İktidar Yargılanıyor’ adlı
kitabında NAZİ subaylarını aratmayan bu acımasız darbeci, kendini babacan bir
öğretmen gibi anlatmış, Yassıada’da çile dolduran Demokrat Partili tutukluları
da afacan çocuklar. Kitabında Yassıada’daki Bizanslardan kalma zindanlardan,
dövülerek zindana atılan, orada ölen insanlardan bahis yok. Bu bakımdan darbeyi
darbecileri okuyarak değerlendiremezsiniz. 15 Temmuz Feto’cuları eğer başarılı
olup, silah zoruyla ülkeyi ele geçirselerdi. Meşrulaşmak için her yola
başvuracaklar, devirdikleri iktidarı suçlu göstermeye çalışacaklardı. İşte 27
Mayısçılarda kendi yaptırdıkları kanunlara dayanarak hiç seçilmeden, yüksek
maaşlar ve bellerindeki tabancalarla Parlamentoya Tabi Senatör olarak
yerleştiler. Ders kitaplarına 27 Mayısı öven, kendilerini kahraman devrimciler
olarak gösteren, Bayar, Menderes ve DP Hükümetini ise hain olarak anlatan
konuları soktular. Bu dersler 20 sene okutuldu, ta ki 1980 darbesinde
kaldırılana kadar. Yani bir neslin beyni yıkanmaya çalışıldı. Bakın yine bir darbeci
olan ancak nedamet getirmenin şerefini taşıyan Ahmet Er ne diyor. Domuz eti
palavrasını falan bırakında lütfen objektif kalmaya çalışarak bunları
değerlendirin. Ahmet Er,
*
“27 Mayıs
sorgulanmalı, yargılanmalıdır. Çok geç kaldılar. O bir kartopu gibi yuvarlana
yuvarlana kendinden sonraki dönemlerde ihtilallere ana unsur oldu (27 Mayıs adi
bir hükümet darbesidir y.n.) O bakımdan 27 Mayıs’ın yargılanması devlet için,
millet için hayırlı olur kanaatindeyim. 27 Mayıs’ı sorgulamada gecikenleri
evvela yargılamalı. (program moderatörü, sizi de yargılamalı, diyor) Hiç şüphe
yok, hiç şüphe yok…27 Mayıs’ta dediğim gibi Halk Partisine bağlı, bizzat İsmet
Paşadan emir alan subaylar, biz 14’ler dediğimiz grubu yurt dışına
sürmüşlerdir… Biz idamların olmaması için çırpındık ve karar aldık. Bu
kararımızı rahmetli Türkeş Yeni Delhi’den Gürsel’e mektupla bildirdi ve
idamlara karşı olduğumuzu kesin kes yazdı. O milli bünyemizde bir yara
açmıştır… Bir gün Davut Paşa kışlasında tank tabur komutanı olan Orhan
Erkanlı’yı ziyarete gittim. Odaya girdiğim zaman Erkanlı’nın iki sivil ile
konuştuğunu gördüm. Ben odaya girer girmez konuşmayı kestiler. Erkanlı, Ahmet
Bey yabancı değildir, konuşmaya devam edin, dedi. Onlar konuşmaya devam
ettiler, ben yere oturdum. Konuşmaları aynen şöyleydi. Binbaşım Saraçhane’de
sağcılarla solcuları, bu iki gençlik grubunu kavgaya tutuşturduk, kavga bütün
şiddetiyle devam ediyor, diyorlar. Ve bu ifadeyi dedikten sonra da
neşeleniyorlar… Konuşmaları bitti, müsaade istediler ve gittiler. Biz Erkanlı ile
baş başa kaldık. Sayın Binbaşım, dedim, bu adamlar kimdir? Bunlar dedi, Halk
Partisinin milletvekilleridir. Erkanlı devam etti, onlar ihtilale zemin
hazırlıyorlar. Şimdi Halk Partililere soruyorum. Biz ihtilalin dışındayız,
diyebilirler mi? İsmet Paşa yalnız mıydı? Halk Partililer 27 Mayıs’ın
içindeydiler. Cumhuriyet Halk Partisi taraftarı subayları Afet İnan evinde
topluyor, İsmet Paşa. Bu toplantı gizli yapılmış. Türkeş grubunun bundan hiç
haberi yok. Cumhuriyet döneminde de yaşamış münevver bir hanımefendi, bir
akademisyen. Atatürk zamanında da vardı. Orada toplanıyorlar. Bu toplantıda
İsmet Paşa o komite üyelerine şunu teklif ediyor. ‘İktidarı bana teslim edin,
size 6 senatörlük vereyim’ diyor. Toplantıya iştirak eden Albay Fikret Kuytak,
MBK üyelerinden bir arkadaştı. Bu toplantıdan sonra geldi ve bana dedi ki,
‘Yüzbaşım bizi Afet İnan hanımefendinin evinde İnönü bizi topladı, iktidarı
bana verirseniz, size senatörlük vereyim, dedi, altı, yedi tane. Oradakiler
hepimiz bunu kabul ettik. Senin de bunu kabul etmeni istirham ediyorum, rica
ediyorum, bu altı yıllık senatörlük esnasında hukuk fakültesini bitirir,
avukatlık stajı yapar ve böylece hayatın teminat içinde devam eder gider, dedi.
Dondum kaldım ve dedim ki, ‘Albayım, ne siz bana bu siyasi rüşveti teklif etmiş
olun, ne de kulaklarım bunu duymuş olsun, dedim ayrıldım.
Gerçekten
darbeden sonra yapılan 1961 genel seçimlerinde CHP Meclis’te azınlığa düşse de
İsmet İnönü başvekil oldu ve darbeci Milli Birlik Komitesi üyeleri de ömür boyu
senatör olarak Parlamentoya yerleştiler. Bunları anlatan darbeci, MBK üyesi
Ahmet Er, darbenin mimarlarının mal varlığının da araştırılması için önemli bir
noktaya dikkat çekiyor.
Sayın Sinan Bey
siz esas 27 Mayıs felaketinin üzerine gideceğinize, darbecilerin kitaplarını
okuyor ve Türkiye’ye büyük hizmetleri olmuş, en azından Türk halkının ezici
çoğunluğunun gönlüne girmiş rahmetli Menderes’in üzerine gitmeye kalkıyorsunuz.
Sizin örnekleriniz marjinaldir. Aynı marjinal zihniyetin bazen hedefi Atatürk
bile olur. Bakın Orhan Kınık diye bir zat Atatürk için neler yazıyor. Bu sözler
Atatürk’e aitmiş,
“Biz ABD’nin
Türkler için baştan sona yeni bir eğitim sistemi tesis etmesini istiyoruz. Dini
eğitimden ayrılmış okullar, altı ve on altı yaş arasındaki bütün erkek ve kız
çocuklar için zorunlu bir eğitim istiyoruz. 5 bin seçilmiş erkek ve kız
çocuğunu ABD okulları ve üniversitelerine eğitim için göndermeyi
istiyoruz.”
Orhan Kınık
belge olarak da İngiliz, ABD kaynaklarını kullandığını yazıyor.( J. G. Harbord,
Mustapha Kemal Pasha and His Party" World's Work, Vol. XL, June 1920,
s.11)
Orhan Kınık
devam ediyor,
“Yabancı bir
devlet senin eğitim politikanı belirliyorsa bu senin yarı sömürge olduğunu
gösterir. Bu antlaşmaya imza atan milli şef İsmet Paşadır. Menderes imzalasaydı
demediğinizi bırakmazdınız.
*
Türkiye’yi küçük Amerika yapmak isteyen aslında Mustafa Kemal Paşa ve Mustafa İsmet Paşadır.
Sivas'ta başlayan manda talebi Chester antlaşmasıyla ilk nüvesini vermişti. 1947 yılında önerilen 1948-1951 yılında yürürlükte olan Marshall yardım planı ve hala yürüklükte olan Fulbright eğitim antlaşması yarım kalan mandacılığı tamamlama projesidir.”
Türkiye’yi küçük Amerika yapmak isteyen aslında Mustafa Kemal Paşa ve Mustafa İsmet Paşadır.
Sivas'ta başlayan manda talebi Chester antlaşmasıyla ilk nüvesini vermişti. 1947 yılında önerilen 1948-1951 yılında yürürlükte olan Marshall yardım planı ve hala yürüklükte olan Fulbright eğitim antlaşması yarım kalan mandacılığı tamamlama projesidir.”
Şimdi ben
içeriğini asla kabul etmediğim bu örneği neden verdim? Birazcık olsun empati
yapasınız diye. Verdiğim örneğin sadece Mustafa Kemal Paşa ile ilgili kısmının
içeriğine kızdınız, kabul etmediniz, yanlış dediniz hatta isyan ettiniz değil
mi?. İşte Sinan Bey bizde, Türk halkının ezici çoğunluğu da sizin Menderes
hakkında yazdıklarınızı asla kabul etmedik, ezan konusundan dolayı özellikle
kurnazca domuz eti çarpıtmasını yapmış dedik kızdık ve hatta isyan ettik,
bilesiniz. Yazımı bitirmeden size Menderes hakkındaki bir yanılgınızı daha
hatırlatayım. Rahmetli, ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz’
şeklinde bir cümle kullanmamıştır. Bu cümle de, Menderes hakkında yıllardır
üretilen çarpıtmalardan biridir. 1955 DP grup toplantısında, Menderes
milletvekillerine, onları onure etmek amacıyla, ‘Siz isterseniz Anayasa’yı bile
değiştirebilirsiniz’ demiştir. Ancak ertesi günü zamanın basını cümleyi
çarpıtarak yayımlamış. O tarihteki Zafer ve Vatan gazetelerini bulabilirseniz
işin aslını öğrenmiş olursunuz. Ayrıca gazeteci, yazar Tekin Erer, ‘On yılın
Mücadelesi’ adlı kitabında konuyu anlatıyor, 2. Cilt sayfa 260-61
Hasan Emre Oktay
2017, Fenerbahçe
(*) MENDERES'İN TARIM İHANETİ
(Menderes Müslüman Türk İnsanına Domuz
Eti/Yağı Yedirdi Mi?") Atatürk'ün Tarım Devrimi
Atatürk’ün Tarım
Devrimi, İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi, Halkevleri ve Köy Enstitüleri
projeleriile Türkiye’de modern tarım ve hayvancılık gelişmeye başlamıştır. Çok
kısa bir süre önce dışarıdan alınan birçok tarım ürünü Türkiye’de Türk köylüsü
tarafından üretilip yurt dışına satılmaya başlanmıştır. Türkiye, Atatürk’ün
"akıllı projeleriyle" şekillenen çağdaş, "ulusal" ve "bağımsız"
tarım ve hayvancılık politikaları sonunda çok kısa bir sürede kendi kendine
yetebilen bir ülke haline gelmiştir. Kendi kendine yeten Türkiye, ülkeleri
borçlandırıp kendine bağımlı kılan emperyalizmi rahatsız etmiştir.(Atatürk'ün
Tarım Devrimi için Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk'ün Akıllı
Projeleri, C.2).
ABD’nin Türk
Tarımını Bitirme Projesi, Menderes ve DP
1950’de iktidara
gelen Demokrat Parti (DP) ekonomik alanda liberal politikalar
izlemiştir. Avrupa Ödeme Birliği’negiren Türkiye 1950 yılının son
baharında üye devletlerle olan ticaretini büyük oranda serbest bırakmıştır.
Türkiye, 1950-1953 yılları arasında iyi hava şartları, tarım arazisinin
genişletilmesi, Kore Savaşı’nın yarattığı olumlu hava sayesinde dünyanın sayılı
tahıl ambarı ülkelerinden biri durumuna gelmiştir. Türkiye’nin tarımdaki bu
başarısı Türkiye için “ABD yardımını en etkili kullanan ülke” yorumlarının
yapılmasına yol açmıştır.
Ancak zaman içinde Türkiye’de tarım arazisinin genişlemesinin durması, hava şartlarının kötü gitmesi ve dünyanın da normal şartlara dönmesiyle tarım üretimi azalmaya başlamıştır. DP’nin uyguladığı “serbest piyasa rejimi” başarılı olamamış ve dış ticaret büyük oranda açık vermiştir. Ekonomik şartlar ağırlaşıp dış borçlar artınca DP 1954’te dış ticarette bazı kısıtlamalara gitmiştir.
İki yıl kadar önce “ABD yardımını çok iyi kullanan ülke” diye alkışlanan Türkiye, 1955’ten itibaren ABD’den tarım ürünü satın almak için çok ağır şartlarda anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.
Ancak zaman içinde Türkiye’de tarım arazisinin genişlemesinin durması, hava şartlarının kötü gitmesi ve dünyanın da normal şartlara dönmesiyle tarım üretimi azalmaya başlamıştır. DP’nin uyguladığı “serbest piyasa rejimi” başarılı olamamış ve dış ticaret büyük oranda açık vermiştir. Ekonomik şartlar ağırlaşıp dış borçlar artınca DP 1954’te dış ticarette bazı kısıtlamalara gitmiştir.
İki yıl kadar önce “ABD yardımını çok iyi kullanan ülke” diye alkışlanan Türkiye, 1955’ten itibaren ABD’den tarım ürünü satın almak için çok ağır şartlarda anlaşmalar imzalamak zorunda kalmıştır.
Menderes'in
Tarım İhaneti
1955-1956
yılları arasında Türkiye ile ABD arasında imzalanan “tarım anlaşmaları” Türk
tarımının gelişmesini önlemiş ve ABD tarım ürünlerine Türkiye’de her yıl
genişleyen pazar açmayı amaçlamıştır.
İhanet 1:
12 Kasım 1956
tarihli “Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki
Muaddel Amerikan Kanunu"nun I. Kısmı Gereğince Türkiye Cumhuriyeti
Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında "Münakit Zirai Emtia
Anlaşması” imzalanmıştır. Bu anlaşma ABD’nin Türk tarımını bitirme
projesinin en önemli ayaklarından birini oluşturması bakımından dikkat
çekicidir:
ABD, yardım adı altında 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşma ile kendi ihtiyaç fazlası olan buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi tarımsal ve hayvansal ürünleri Amerikan gemileriyle Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 46.3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye verecektir.
Türkiye, 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşmaya ek olarak 25 Ocak 1957 tarihli başka bir “tarım anlaşmasıyla”ABD’den şu tarım ürünlerini satın alacaktır: Buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya fasulyesi yağı… Bu ürünler Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 19.40 milyon dolara verilecektir.
12 Kasım 1956 tarihli anlaşmaya göre adı geçen tarımsal ve hayvansal ürünleri ABD aşağıdaki bağlayıcı şartlarla Türkiye’ye verecektir:
ABD, yardım adı altında 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşma ile kendi ihtiyaç fazlası olan buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve sığır eti, don yağı ve soya yağı gibi tarımsal ve hayvansal ürünleri Amerikan gemileriyle Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 46.3 milyon dolar karşılığında Türkiye’ye verecektir.
Türkiye, 12 Kasım 1956 tarihli bu anlaşmaya ek olarak 25 Ocak 1957 tarihli başka bir “tarım anlaşmasıyla”ABD’den şu tarım ürünlerini satın alacaktır: Buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya fasulyesi yağı… Bu ürünler Türkiye’ye taşıma ücretiyle birlikte 19.40 milyon dolara verilecektir.
12 Kasım 1956 tarihli anlaşmaya göre adı geçen tarımsal ve hayvansal ürünleri ABD aşağıdaki bağlayıcı şartlarla Türkiye’ye verecektir:
Türkiye’ye
satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerika’nın aynı malların
alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak
ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
Bu anlaşma ile
Türkiye’de satılacak malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir
yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
Türkiye’nin
yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak
ihracatı, Amerika tarafından kontrol edilecektir.
Amerikan tarım
ürünleri fazlası Türk lirası ile satın alınacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez
Bankası’na yatırılacak olan Türk liraları ABD Hükümeti tarafından
kullanılacaktır.
Türk ve Amerikan
Hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini
artırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümet,
bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili bir biçimde rol
oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.
Anlaşmanın
dikkat çekici yönlerini şöyle değerlendirmek mümkündür:
ABD yardım adı
altında Türkiye’ye kendi ihtiyaç fazlası tarımsal ve hayvansal ürünleri
satacaktır. Yani Türkiye’ye satılan ABD ürünleri ABD tüketicisinden arta kalan
ikinci sınıf ürünlerdir.
ABD Türkiye’ye,
buğday, arpa, mısır, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya
fasulyesi yağı satacaktır. Bu ürünlerin neredeyse tamamını veya eş değer başka
ürünleri Türkiye’de yetiştirmek mümkündür.
Türkiye ABD’den
satın aldığı tarımsal ve hayvansal ürünleri ABD’nin düşmanlarına satmayacak,
sadece kendisi tüketecektir. Yani Türkiye parasını vererek satın aldığı ikinci
sınıf ABD ürünlerini ABD’ye sorarak tüketecektir. Bunun adı bağımlılıktır.
Türkiye’nin
yetiştirip ihraç edeceği tarım ürünlerini ABD kontrol edecektir. Yani ABD’nin
“üretmeyin” dediği tarım ürünleri üretilmeyecek, “satmayın” dediği tarım
ürünleri ihraç edilmeyecektir. Bunun adı sömürülmektir.
ABD’nin ikinci
sınıf tarım ürünlerine Türkiye milyonlarca dolar ödeyecektir. Bunun adı ABD
yardımı değil, ABD kazığıdır.
Türk ve Amerikan
Hükümetleri “Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini
artırmak ve geliştirmek için” devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki
hükümetin gayret sarf edeceği nokta dikkat çekicidir: “Amerikan tarım
ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak!” Amerikan
Hükümeti’nin bu yöndeki gayretini anlamak mümkündür, ancak Türk
Hükümetinin bu yöndeki gayretini anlamak mümkün değildir. Türk Hükümeti,
“Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak için”
değil, “Amerika’dan alınan tarım ürünlerini Türkiye’de yetiştirmek
için” gayret sarf etmelidir.
Bu anlaşmayla
ilgili "Gizli Anlaşmaların İçyüzü" adlı kitabın
yazarı Haydar Tunçkanat’în şu değerlendirmeleri çok önemlidir:
“Bu anlaşmada
taraf olan bağımsız Türk devletinin hükümeti, bu ağır şartları reddetmediği
gibi Amerika’nın dünya piyasa fiyatları üzerinden vereceği buğdayın cinsini,
niteliklerini, ne zaman ve nerede teslime dileceğine ait, böyle alışverişlerde
normal sayılabilecek şartları dahi ileri sürmüyor. % 98’i Müslüman olan Türk
halkının İslam usullerine göre kesilmeyip, öldürülerek kanı akıtılmayan,
dondurulmuş veya konserve etlerin Türk halkına yedirilmesi için, Türkiye’ye
sevk edilecek dondurulmuş veya konserve etlerin İslam usullerine göre kesilmiş
olması şartını dahi anlaşmaya koydurmuyor veya aklına dahi getirmiyor
Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır.
Kendi öz ürünümüz zeytinyağının sabun yapımında kullanılmasını bir kararname ile yasaklayarak onun yerine Amerika’dan satın alınan domuz karışımı don yağının kullanılması mecburiyetini getiren DP Hükümeti, Amerika’ya Pazar olma uğruna Türk zeytinyağı üreticilerini de açlığa ve yoksulluğa mahkum ediyordu. Türkiye’de pazarı olmayan Amerikan don ve soya yağlarına pazar açmakla hükümet Türkiye’nin ve Türk halkının çıkarlarına aykırı olan bu anlaşmanın uygulanmasına geçiyordu. Zengin Amerikan çiftçisinin daha zenginleşmesi için Türkiye’nin de sömürülmesi zorunluydu ve bunun için de yoksul Türk çiftçisi, zeytincisi kendi hükümeti eliyle yoksulluğa itiliyordu.
Türk tarım ürünlerinin iç piyasadaki fiyatlarının dünya piyasalarındaki fiyatlara denk olduğu kabul edilse dahi Amerikan tarım ürünleri Türkiye’ye ithal edilirken Türk kanunlarına göre alınacak gümrük vergisi, özel idare ve belediyelere ait vergiler, resim ve harçlar, sundurma ve antrepo ücretleri, rıhtım resmi ve rıhtım ücretlerinden muaf tutulmuştur. Yerli ürünlerimizi ve Türk üreticisini korumak için kanunlarla konulmuş olan bu vergiler Amerikan tarım ürünlerinin Türkiye’ye ithalinde de alınmış olsaydı hem Türk Hükümeti vergi alarak gelirini arttıracak, aynı zamanda Amerika’dan ithal edilen bu ürünlerin fiyatları da artacağından aynı veya benzeri Türk ürünleriyle Türkiye’de rekabet edemeyeceklerdi. Amerika bu ürünlerin fiyatlarını kendi çıkarı için dünya piyasa fiyatlarının altında Türkiye’ye vermeyeceğine göre en kestirme yol bu ürünlerin Türkiye’ye girişinde gümrük vergisi, diğer harç ve resimlerden muaf tutulmasıdır. Amerika’nın PL 480 sayılı kanuna göre yapılan bu ithalatta Amerika’dan ithal edilecek malların sürümünü arttırmak ve bunlara duyulan ihtiyacı geliştirmek amacıyla ‘emtianın memleketimize girişinde maliyetini arttırıcı herhangi bir tesire maruz kalmayarak, en ucuz şekilde ihtiyaç sahiplerinin istifadesine arzı zaruri bulunmaktadır’ gerekçesiyle 6969 sayılı kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirilmiş ve Amerika’nın anlaşmada öne sürdüğü şartlara uyularak önemli bir engel daha kolaylıkla aşılmıştır. Ancak bu kanunda Amerikan üreticisi himaye edilirken Türkiye’nin buğday, yağlı tohumlar, et, süt, peynir ve zeytinyağı üreticilerinin nasıl korunacağı ve yaşayacağı düşünülmemiştir. Amerikan tarım ürünlerine tanınan bu imtiyazlar karşısında yerli üretimin azalması, Amerikan tarım ürünleri ithalatıyla karşılanacaktır. Amerika tarım emtiasına tanınan imtiyazlar karşısında Türk ürünleri elbette rekabet edemezdi. Amerikan üreticisi, kendi devletinden başka Türk Hükümeti’ni de kendi arkasına almıştı.
Türk halkının çıkarları yerine Amerika’nın Türkiye’deki pazarlarını genişletme ve geliştirme politikasını bu anlaşma ile kayıtsız şartsız kabul eden bir iktidar Türk tarımı ve Türk üreticisini Amerikan çiftçisinin refahı uğruna bir çıkmaza ve felakete sürüklüyordu.”
Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır.
Kendi öz ürünümüz zeytinyağının sabun yapımında kullanılmasını bir kararname ile yasaklayarak onun yerine Amerika’dan satın alınan domuz karışımı don yağının kullanılması mecburiyetini getiren DP Hükümeti, Amerika’ya Pazar olma uğruna Türk zeytinyağı üreticilerini de açlığa ve yoksulluğa mahkum ediyordu. Türkiye’de pazarı olmayan Amerikan don ve soya yağlarına pazar açmakla hükümet Türkiye’nin ve Türk halkının çıkarlarına aykırı olan bu anlaşmanın uygulanmasına geçiyordu. Zengin Amerikan çiftçisinin daha zenginleşmesi için Türkiye’nin de sömürülmesi zorunluydu ve bunun için de yoksul Türk çiftçisi, zeytincisi kendi hükümeti eliyle yoksulluğa itiliyordu.
Türk tarım ürünlerinin iç piyasadaki fiyatlarının dünya piyasalarındaki fiyatlara denk olduğu kabul edilse dahi Amerikan tarım ürünleri Türkiye’ye ithal edilirken Türk kanunlarına göre alınacak gümrük vergisi, özel idare ve belediyelere ait vergiler, resim ve harçlar, sundurma ve antrepo ücretleri, rıhtım resmi ve rıhtım ücretlerinden muaf tutulmuştur. Yerli ürünlerimizi ve Türk üreticisini korumak için kanunlarla konulmuş olan bu vergiler Amerikan tarım ürünlerinin Türkiye’ye ithalinde de alınmış olsaydı hem Türk Hükümeti vergi alarak gelirini arttıracak, aynı zamanda Amerika’dan ithal edilen bu ürünlerin fiyatları da artacağından aynı veya benzeri Türk ürünleriyle Türkiye’de rekabet edemeyeceklerdi. Amerika bu ürünlerin fiyatlarını kendi çıkarı için dünya piyasa fiyatlarının altında Türkiye’ye vermeyeceğine göre en kestirme yol bu ürünlerin Türkiye’ye girişinde gümrük vergisi, diğer harç ve resimlerden muaf tutulmasıdır. Amerika’nın PL 480 sayılı kanuna göre yapılan bu ithalatta Amerika’dan ithal edilecek malların sürümünü arttırmak ve bunlara duyulan ihtiyacı geliştirmek amacıyla ‘emtianın memleketimize girişinde maliyetini arttırıcı herhangi bir tesire maruz kalmayarak, en ucuz şekilde ihtiyaç sahiplerinin istifadesine arzı zaruri bulunmaktadır’ gerekçesiyle 6969 sayılı kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirilmiş ve Amerika’nın anlaşmada öne sürdüğü şartlara uyularak önemli bir engel daha kolaylıkla aşılmıştır. Ancak bu kanunda Amerikan üreticisi himaye edilirken Türkiye’nin buğday, yağlı tohumlar, et, süt, peynir ve zeytinyağı üreticilerinin nasıl korunacağı ve yaşayacağı düşünülmemiştir. Amerikan tarım ürünlerine tanınan bu imtiyazlar karşısında yerli üretimin azalması, Amerikan tarım ürünleri ithalatıyla karşılanacaktır. Amerika tarım emtiasına tanınan imtiyazlar karşısında Türk ürünleri elbette rekabet edemezdi. Amerikan üreticisi, kendi devletinden başka Türk Hükümeti’ni de kendi arkasına almıştı.
Türk halkının çıkarları yerine Amerika’nın Türkiye’deki pazarlarını genişletme ve geliştirme politikasını bu anlaşma ile kayıtsız şartsız kabul eden bir iktidar Türk tarımı ve Türk üreticisini Amerikan çiftçisinin refahı uğruna bir çıkmaza ve felakete sürüklüyordu.”
Amerika’nın Türk
tarımını bitirme projesi, 12 Kasım 1956 tarihli anlaşma ve bu anlaşmaya ek 25
Ocak 1957 tarihli anlaşma dışında, 20 Ocak 1958 tarihli anlaşmayla devam
etmiştir.
İhanet 2:
DP Hükümeti’nin
Türkiye adına ABD Hükümeti ile 20 Ocak 1958 tarihinde imzaladığı
“Tarım Ürünleri Anlaşması”nın belli başlı maddeleri şunlardır:
Bu anlaşmaya göre Amerika Türkiye’ye şu ürünleri satacaktır: Buğday, yem, soya fasulyesi veya pamuk yağı, tereyağı, yağlı süttozu, peynir, yağsız süttozu…Türkiye bu ürünler için taşıma masrafları da dahil 46.8 milyon dolar ödeyecektir.
Aynı anlaşmanın 2. maddesinin 1 (b) kısmında Türkiye 7 milyon doları Türkiye’deki iş hayatının geliştirilmesi amacıylaTürkiye’deki Amerikan firmaları ile bunların ajansları, teşekkülleri veya şubelerine, Amerikan zirai maddelerinin kullanılması ve tevziine yardım etmek amacıyla Amerikan firmalarıyla Türk firmalarına verilecektir.
Anlaşmanın 104 (e) bölümünün son paragrafına göre Amerika’dan alınacak mallardan Türkiye’nin borçlanarak alacağı veya Türkiye’de bu krediden yararlanacak Amerikan yerli ve yabancı firmalarının ihracata yönelmelerine imkan yoktur.Haydar Tuçkanat’ın değerlendirmesiyle: “Amerika’nın mutad pazarlarına zarar vermeksizin Türkiye’deki Amerikan tarım fazlası ürünlerine olan ihtiyacı ve istekleri artıracak yatırımlara yönelmektir. Türkiye’de hiç pazarı olmayan ve Türk halkı tarafından kullanılmayan soya yağı ve bugün (o gün) Türkiye’de üretilen ayçiçeği yağı, pamuk ve zeytin yağlarıyla kolayca rekabet edebilmekte, süt tozu okullarda çocuklara zorla içirilerek alıştırılmakta, soya fasulyesi ekimi ise kasten baltalanmaktadır.”
20 Ocak 1958 tarihli anlaşma’nın sonunda aynı tarihli ve 1755 sayılı Amerikan Hükümeti’nin bir notası yayımlanmıştır.
Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’den Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya gönderilen nota ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en somut adımlarından biri olması bakımından çok dikkat çekicidir.
Bu anlaşmaya göre Amerika Türkiye’ye şu ürünleri satacaktır: Buğday, yem, soya fasulyesi veya pamuk yağı, tereyağı, yağlı süttozu, peynir, yağsız süttozu…Türkiye bu ürünler için taşıma masrafları da dahil 46.8 milyon dolar ödeyecektir.
Aynı anlaşmanın 2. maddesinin 1 (b) kısmında Türkiye 7 milyon doları Türkiye’deki iş hayatının geliştirilmesi amacıylaTürkiye’deki Amerikan firmaları ile bunların ajansları, teşekkülleri veya şubelerine, Amerikan zirai maddelerinin kullanılması ve tevziine yardım etmek amacıyla Amerikan firmalarıyla Türk firmalarına verilecektir.
Anlaşmanın 104 (e) bölümünün son paragrafına göre Amerika’dan alınacak mallardan Türkiye’nin borçlanarak alacağı veya Türkiye’de bu krediden yararlanacak Amerikan yerli ve yabancı firmalarının ihracata yönelmelerine imkan yoktur.Haydar Tuçkanat’ın değerlendirmesiyle: “Amerika’nın mutad pazarlarına zarar vermeksizin Türkiye’deki Amerikan tarım fazlası ürünlerine olan ihtiyacı ve istekleri artıracak yatırımlara yönelmektir. Türkiye’de hiç pazarı olmayan ve Türk halkı tarafından kullanılmayan soya yağı ve bugün (o gün) Türkiye’de üretilen ayçiçeği yağı, pamuk ve zeytin yağlarıyla kolayca rekabet edebilmekte, süt tozu okullarda çocuklara zorla içirilerek alıştırılmakta, soya fasulyesi ekimi ise kasten baltalanmaktadır.”
20 Ocak 1958 tarihli anlaşma’nın sonunda aynı tarihli ve 1755 sayılı Amerikan Hükümeti’nin bir notası yayımlanmıştır.
Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren’den Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya gönderilen nota ABD’nin Türk tarımını bitirme projesinin en somut adımlarından biri olması bakımından çok dikkat çekicidir.
İki maddelik bu
Amerika notasında, Amerika Türkiye’den şu isteklerde bulunmuştur:
"a) 1957
mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi
bir yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı,
b) 1957
mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgari
bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday
ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki
buğday mübaayatı ile telafi etmeyi taahhüt etmektedir.
Ekselansınızın
Hükümetinin, yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz
taktirde müteşekkir kalacağım.
En seçkin saygılarımın kabulünü rica ederim Ekselans...”
Amerika Büyük Elçisi Fletcher Warren’in bu notasına Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 20 Ocak 1958 tarihinde şu yanıtı vermiştir:
“ (…) İşbu anlaşmayı (20 Ocak 1958 tarihli anlaşma) imza etmekle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti:
En seçkin saygılarımın kabulünü rica ederim Ekselans...”
Amerika Büyük Elçisi Fletcher Warren’in bu notasına Türkiye Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 20 Ocak 1958 tarihinde şu yanıtı vermiştir:
“ (…) İşbu anlaşmayı (20 Ocak 1958 tarihli anlaşma) imza etmekle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti:
a) 1957
mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar herhangi bir
yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı ve
b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübaayatı ile telafi eylemeyi taahhüt etmektedir.
Ekselansınızın, Hükümetimin yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz taktirde müteşekkir kalacağım.
En derin saygılarımın kabulünü rica ederim ekselans…”
12 Kasım 1956 tarihli anlaşmanın 4. maddesinin 4. bölümünde Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatının ABD tarafından kontrol edileceği kabul edilmişti. 20 Ocak 1958 tarihli ABD notasının resmi gazetede yayınlanmasıyla Türk dış ticaretinin ABD kontrolüne girmesi resmen kabul ve ilan edilerek uygulamaya konulmuştur.
Amerika Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin!” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek buğday ihraç etmiyor…
Amerika Türkiye’ye “Eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek bu cezayı kabul ediyor…
Amerika Türkiye’nin belirttiği tarihler arasında buğday satışını yasaklamıştır, çünkü Amerika’nın buğday satışı için belirli pazarlardan istekler bu tarihlerde yapılacaktır. Eğer Türkiye bu yasağa uymayıp buğday satarsa, sattığı buğday kadar Amerikan buğdayını satın alacaktır. Amerika her şekilde kazanacak, Türkiye ise her şekilde de kaybedecektir. “Amerika, kendi çıkarlarını korumak için Bağımsız Türk Devletinin Hükümetine, kabul edilmesine imkan olmayan bir teklifi getirebiliyor da Türk Hükümeti bunu geri çevirmiyor.”
b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübaayatı ile telafi eylemeyi taahhüt etmektedir.
Ekselansınızın, Hükümetimin yukarıda izah edilen anlayışla mutabık bulunduğunu bildirdiğiniz taktirde müteşekkir kalacağım.
En derin saygılarımın kabulünü rica ederim ekselans…”
12 Kasım 1956 tarihli anlaşmanın 4. maddesinin 4. bölümünde Türkiye’nin tarım ürünleri ihracatının ABD tarafından kontrol edileceği kabul edilmişti. 20 Ocak 1958 tarihli ABD notasının resmi gazetede yayınlanmasıyla Türk dış ticaretinin ABD kontrolüne girmesi resmen kabul ve ilan edilerek uygulamaya konulmuştur.
Amerika Türkiye’ye “1 Ağustos 1958 tarihine kadar buğday ihraç etmeyeceksin!” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek buğday ihraç etmiyor…
Amerika Türkiye’ye “Eğer bu yasağa uymazsan ihraç ettiğin buğday kadar Amerikan buğdayını kendi kaynaklarından finanse edeceksin” diyor, Türkiye “Başüstüne Ekselansları!” diyerek bu cezayı kabul ediyor…
Amerika Türkiye’nin belirttiği tarihler arasında buğday satışını yasaklamıştır, çünkü Amerika’nın buğday satışı için belirli pazarlardan istekler bu tarihlerde yapılacaktır. Eğer Türkiye bu yasağa uymayıp buğday satarsa, sattığı buğday kadar Amerikan buğdayını satın alacaktır. Amerika her şekilde kazanacak, Türkiye ise her şekilde de kaybedecektir. “Amerika, kendi çıkarlarını korumak için Bağımsız Türk Devletinin Hükümetine, kabul edilmesine imkan olmayan bir teklifi getirebiliyor da Türk Hükümeti bunu geri çevirmiyor.”
Tarım İhaneti
60'larda da Devam Etti
1950’lerde Türk
tarımını bitirme projesini başarıyla hayata geçiren ABD, projenin kalan
parçalarını 1960’larda tamamlamaya devam etmiştir. Örneğin, 24 Şubat 1963
tarihli “Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkındaki 161 Milyon
Dolarlık İkili Anlaşma” ile ilgili olarak ABD Türkiye’ye 24 Eylül 1963
tarihinde, 11513 sayılı resmi gazetede yayımlanan bir nota vermiştir.
Tarım ürünleri anlaşmasının bir parçası olarak verilen notanın I. bölümünde ABD Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki 12 aylık dönemde 10.000 tonla sınırlamıştır. Eğer Türkiye’nin bu dönemdeki zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye kendi dövizi ile ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın alarak cezalandırılacaktır. Türkiye’nin böyle bir gücü olmadığı için ihtiyaçtan fazla zeytin yağı dışarıya satılmayacak, fiyatlar düşecek, zarar eden üretici hem fakirleşecek, hem de ürününü satamadığı için üretimden vazgeçip, zeytin ağaçlarını kesip kışlık odun olarak yakacak ve işçi olarak ya İstanbul’a ya da Almanya’ya gidecektir. Türkiye’nin zeytin yağı üretiminin artarak dışarıya satılması Amerikan nebati yağlarının satışını etkileyeceği için ABD kendi ticari çıkarlarını korumak için Türkiye’nin ticari çıkarlarını baltalamıştır. ABD, Türk tarımına ve ticaretine büyük bir darbe vurmuştur.
ABD’in isteği sonunda 1963,1964 ve 1965 yıllarında Türkiye’nin nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatı azaltılmış ve 6.400 tonu geçmemiştir. Yağlı tohumlar ihracatının zeytin yağı ihracatıyla birlikte yıllık 6400 tonla sınırlandırılması, pamuk ve ayçiçeği gibi yağlı tohum veren bitkilerin ekimini de etkilemiş ve Amerikan soya yağı Türkiye içinde ve dışında alıp başını yürümüştür.
Notanın 2. bölümüne göre Türkiye’ye satılacak Amerikan buğdayının ithali ve kullanılması sırasında Türkiye buğday ihraç edemeyecektir.
Notanın 3. bölümünde Amerika’dan satın alınacak tarım ürünleri için Merkez Bankası’na yatırılacak Türk Lirası’nın Amerikalılar tarafından nasıl kullanılacağı anlatılmıştır.
ABD’nin sömürge ülkelerinde bile benzerine az rastlanabilecek bir küstahlıkla ve cesaretle “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş hükümetine sunduğu bu nota Atatürk’ten sonra Türkiye’nin yeniden emperyalizmin pençesine düştüğünü göstermektedir.
21 Şubat 1963 tarihli Amerikan Hükümetinin notasına Türk Hükümeti aynı tarihli, 252.21 dosya numaralı ve 3125 sayılı karşı notasında şu yanıtı vermiştir:
“Aşağıda metni kayıtlı 21 Şubat 1963 tarihli mektubunuzu almakla şeref duyarım” cümlesinden hemen sonra Amerikan notası aynen verilmiş ve Türk notası şöyle bitirilmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yukarıdaki hususlar üzerinde mutabık olduğunu bildirmekle şeref duyarım.
Ekselanslarından en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. Muhlis Efe.”
“Bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Türk Hükümetinin ABD Hükümetine verdiği bu yanıt, Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’yi yeniden “bağımlı” bir ülke haline getirdiklerini göstermektedir.
Tarım ürünleri anlaşmasının bir parçası olarak verilen notanın I. bölümünde ABD Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki 12 aylık dönemde 10.000 tonla sınırlamıştır. Eğer Türkiye’nin bu dönemdeki zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye kendi dövizi ile ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın alarak cezalandırılacaktır. Türkiye’nin böyle bir gücü olmadığı için ihtiyaçtan fazla zeytin yağı dışarıya satılmayacak, fiyatlar düşecek, zarar eden üretici hem fakirleşecek, hem de ürününü satamadığı için üretimden vazgeçip, zeytin ağaçlarını kesip kışlık odun olarak yakacak ve işçi olarak ya İstanbul’a ya da Almanya’ya gidecektir. Türkiye’nin zeytin yağı üretiminin artarak dışarıya satılması Amerikan nebati yağlarının satışını etkileyeceği için ABD kendi ticari çıkarlarını korumak için Türkiye’nin ticari çıkarlarını baltalamıştır. ABD, Türk tarımına ve ticaretine büyük bir darbe vurmuştur.
ABD’in isteği sonunda 1963,1964 ve 1965 yıllarında Türkiye’nin nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatı azaltılmış ve 6.400 tonu geçmemiştir. Yağlı tohumlar ihracatının zeytin yağı ihracatıyla birlikte yıllık 6400 tonla sınırlandırılması, pamuk ve ayçiçeği gibi yağlı tohum veren bitkilerin ekimini de etkilemiş ve Amerikan soya yağı Türkiye içinde ve dışında alıp başını yürümüştür.
Notanın 2. bölümüne göre Türkiye’ye satılacak Amerikan buğdayının ithali ve kullanılması sırasında Türkiye buğday ihraç edemeyecektir.
Notanın 3. bölümünde Amerika’dan satın alınacak tarım ürünleri için Merkez Bankası’na yatırılacak Türk Lirası’nın Amerikalılar tarafından nasıl kullanılacağı anlatılmıştır.
ABD’nin sömürge ülkelerinde bile benzerine az rastlanabilecek bir küstahlıkla ve cesaretle “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş hükümetine sunduğu bu nota Atatürk’ten sonra Türkiye’nin yeniden emperyalizmin pençesine düştüğünü göstermektedir.
21 Şubat 1963 tarihli Amerikan Hükümetinin notasına Türk Hükümeti aynı tarihli, 252.21 dosya numaralı ve 3125 sayılı karşı notasında şu yanıtı vermiştir:
“Aşağıda metni kayıtlı 21 Şubat 1963 tarihli mektubunuzu almakla şeref duyarım” cümlesinden hemen sonra Amerikan notası aynen verilmiş ve Türk notası şöyle bitirilmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yukarıdaki hususlar üzerinde mutabık olduğunu bildirmekle şeref duyarım.
Ekselanslarından en derin saygılarımın kabulünü rica ederim. Muhlis Efe.”
“Bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş Türk Hükümetinin ABD Hükümetine verdiği bu yanıt, Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yönetenlerin Türkiye’yi yeniden “bağımlı” bir ülke haline getirdiklerini göstermektedir.
Menderes
Müslüman Türk İnsanına Domuz Eti/Yağı Yedirdi mi?
Türkiye'yi
kelimenin tam anlamıyla her bakımdan ABD emperyalizminin pençesine
bırakan Menderes, bilindiği gibi siyasi gücünü din istismarı ve
köylü-çiftçi odaklı söyleminden almıştır. Ancak aynı Menderes, bir taraftan
Atatürk'ün Türkçe okuttuğu ezanları yeniden Arapça okutmayı "dine
dönüş" olarak adlandırıp, milletvekillerine "Siz isterseniz Hilafeti
bile getirebilirsiniz?" derken, diğer taraftan Türkiye'de hiçbir
dönemde olmadığı kadar (Bu AKP dönemi hariç) kilise açmış, yüzlerce tarihi
camiyi buldozaerle yıkmıştır. Aynı Menderes bir taraftan radyoda mevlit
okuturken, diğer taraftan ABD ile imzaladığı "tarım anlaşmaları"
sonunda Müslüman Türk insanına domuz eti, domuz yağı yedirmiştir!
Şöyleki:
Menderes'in DP'sinin 1950-1960 arasında ABD ile imzaladığı tarım anlaşmalarında
Türkiye'nin ABD'nin kalmışdon yağını ve konserve etlerini de
aldığı belirtilmiştir. Ancak bu yağların ve etlerin ne eti
olduğu konusunda en ufak bir açıklayıcı madde ve bilgi yoktur anlaşma
metinlerinde. Yani "Müslümanlığı kurtarmış olmakla" övünen Menderes
ABD'den aldığı kalmış don yağı ve konserve etlerin arasında domuz eti olup
olmadığını merak edip sormamıştır.
Haydar
Tunçkanat, bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "....Bu anlaşmada taraf
olan bağımsız Türk devletinin hükümeti, bu ağır şartları reddetmediği gibi
Amerika’nın dünya piyasa fiyatları üzerinden vereceği buğdayın cinsini,
niteliklerini, ne zaman ve nerede teslime dileceğine ait, böyle alışverişlerde
normal sayılabilecek şartları dahi ileri sürmüyor. % 98’i Müslüman olan
Türk halkının İslam usullerine göre kesilmeyip, öldürülerek kanı akıtılmayan,
dondurulmuş veya konserve etlerin Türk halkına yedirilmesi için, Türkiye’ye
sevk edilecek dondurulmuş veya konserve etlerin İslam usullerine göre kesilmiş
olması şartını dahi anlaşmaya koydurmuyor veya aklına dahi getirmiyor
Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır..."
Yine bu anlaşma ile satın alınarak sabun yapımında kendi ürünümüz zeytinyağının yerine kullanılacak olan don yağının içinde domuz yağının bulunmaması şartı da anlaşmaya konulmuyor. Halkın temiz dinsel duygularına gerçekte bir değer vermeyen DP iktidarının, halkın bu duygularını sadece kendi çıkarları ve siyasi iktidarlarının sürdürülmesi için nasıl sömürdüklerini bu örnekler gün ışığına çıkarmaktadır..."
Bugün Atatürk'ü
ve İnönü'yü "din düşmanlığıyla" suçlayan görevli tarihçiler ve
açılımcı siyasiler, idam edildiği için "mağdur edebiyatı" yapıp
ballandıra ballandıra anlattıkları, yücelttikleri, "Müslümanlığa büyük
hizmet etmiş bir siyasi lider" diye tanıttıkları Menderes'in bu ABD
DOMUZLARI meselesinden hiç söz etmemektedirler?
Türkiye 1950’lerde ve sonrasında ABD’nin gerçek anlamda bir sömürgesi durumuna
getirilmiştir. Atatürk’ün “milletin efendisi” olarak adlandırıp her bakımdan
kalkındırmaya çalıştığı Türk köylüsü zaman içinde bitirilmiş, bir zamanlar
kendi kendine yeten Türk tarımı baltalanmış, kendi buğdayını, kendi pamuğunu,
kendi zeytin yağını, kendi sığırını üretip ihraç etmesine izin verilmeyen
Türkiye, Amerikan buğdayına, Amerikan soya yağına, Amerikan pamuk tohumuna,
Amerikan konserve sığır etine mahkum edilmiştir.
Yani
özetle: Menderes ve DP'si, bir taratfan din istismarı yaparken diğer
taraftan dine aykırı uygulamalara imza atmış, diğer taraftan köylüye, çiftçiye
yönelik bir söylemle oy toplarken köylüyü ve çiftçiyi ABD köylüsüne ve
çiftçisine kurban etmiştir. Görülen o ki, Menderes ve DP'si döneminde köylü
çiftçi, kazanmıştır, ama bu kazanan köylü ve çiftçiler ABD köylüsü ve
çiftçileridir. Ah ah...
Bu bölümü, Haydar Tunçkanat’ın 1969’da yayınlanan “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı kitabındaki şu cümlelerle bitirmek istiyorum:
“Geçmişin acı ve kanlı tecrübelerinden sonra öğrendiğimiz gerçeklerden, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden ayrılmamış olsaydık, boşa giden yıllar Türkiye’ye neler kazandırırdı bugün.”
Bu bölümü, Haydar Tunçkanat’ın 1969’da yayınlanan “İkili Anlaşmaların İçyüzü” adlı kitabındaki şu cümlelerle bitirmek istiyorum:
“Geçmişin acı ve kanlı tecrübelerinden sonra öğrendiğimiz gerçeklerden, Atatürk’ün koyduğu ilkelerden ayrılmamış olsaydık, boşa giden yıllar Türkiye’ye neler kazandırırdı bugün.”
Bu anlaşmalar
dönemin Resmi Gazetelerinde yayınlanmıştır. Bkz.11 Haziren 1959 tarihli
10228 sayılı Resmi Gazete.
Sinan MEYDAN
7 Nisan 2013
KAYNAK: http://sinanmeydan.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=424:menderes-atatuerk-noenue-tarm-abd&catid=62:yazlar&Itemid=228