DP’nin Demokrasi, Adalet ve
Hukuk Mücadelesi; Hürriyet Misak’ı ile Milli
Misak…
Mustafa Nevruz SINACI
Tarihi
ve kadim (gerçek) Demokrat Parti, mutlak bir ihtiyaç, hayati gereklilik ve
mecburiyet sonucu kurulduğunda, Türkiye’de demokrasi, insan/vatandaş hakları, adalet
ve hukuk yoktu. Anayasa da tanımlanan “kuvvetler
birliği” ilkesi, sadece ve yalnızca müstebit İsmet İnönü anlamına gelirdi. Kuvvetler
birliği’nin anlamı buydu. Zira dönem itibarıyla İsmet İnönü, hem CHP Genel
Başkanı, hem Başbakan ve hem de Cumhuriyetin Reisi idi. Başbakan ve bakan nam hükümetin
baş’ları (ve istibdadın icra unsurları) sadece kâtip hükmünde olup, Milli
Şef’in emir ve direktiflerini yerine getirmekle memur ve mükellef kişilerdi!..
Memleketin
her yanında, hâkim ve hükümran Halk Partisi ceberrutları sâyesinde milli gelir
kavramı alt üst olmuş, nüfusun kahir ekseriyeti açlık, yokluk, hastalık ve
kıtlıktan kırılır hale düşmüştü. Üstüne üstlük, sefaletten bitap, biçare ve bin
türlü ıstıraptan bizar vatandaş, bunca dert yetmezmiş gibi, bir de hükümet
baskısı, haksız vergi takibi, gasp, irtikap, haraç, mezat vukuatları ve jandarma
zulmünden bizar ve bitaptı…
İşte,
Demokrat Parti, Celâl Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının; Cumhuriyet,
Adalet, İnsan Hakları, Demokrasi ve Hukuk mücadelesi bu zor ve ağır şartlar
altında başladı. Milli Mücadele, Atatürk ilkeleri ve Türk İnkılâbını tekrar
ruhlandırma yolunda başlayan ağır ve zorlu mücadele; Kararlı adımlar,
meşakkatli merhaleler ve fazilet timsali tertemiz, berrak, şeffaf ve şerefli bir
mücadele sonucu 14 Mayıs 1950’de kazanıldı.
Bu nedenle DP’nin efsanevi
zaferine “Beyaz İhtilâl” ve “Demokrasi Bayramı” denildi.
Şimdi mücadele muhteviyatına ve
aşamalara bakalım:
I. DP KONGRESI
(07 - 10 Ocak 1947)
VE HÜRRİYET MİSAK-I
7 Ocak 1947 günü başlayarak dört gün
süren DP I. Büyük Kongresi'nin Türk siyaset, adalet, hukuk ve demokrasi
tarihindeki yeri çok büyüktür. Bu Kongre ayrıca Partinin bütün hayatında etkisi
görülecek kararlara vesile ve olaylara da sahne olmuştur.
Tarihi ve kadim DP’nin ilk Kongresinde,
delegeler adeta bir ihtilal havası estirecek kadar coşkuluydular. Aralarında Prof.
Kenan Öner, Samet Ağaoğlu, Osman Bölükbaşı, Dr. Mükerrem Sarol ve Osman
Sarol'un bulunduğu bir grup, “Parti Milletvekillerinin Meclis’ten çekilmelerini”
istiyor; İktidarı, milletle karşı karşıya getirmeyi tek çıkar yol görüyordu.
Buna karşılık: Adnan Menderes, Refik
Şevket İnce, Ekrem Hayri Üstündağ, Hulusi Köymen'in sözcülüğünü yaptığı ve
zaman zaman Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu ve Refik Koraltan tarafından desteklenen grup
ise, (ilerde "müfrit (aşırı/taşkın) ve muhafazakâr" kanat saflarında yer
alacak bazı şahsiyetler), çok sert konuşmaları ile dikkatleri çekmiştir.
Bursa delegesi Fuat Ama,
"istibdat devrinde millet padişaha karşı, 'senden büyük Allah var' derdi.
Bugün de biz iktidar sevdalılarına, senden büyük millet var diyoruz" diye
konuşurken, General Sadık Aldoğan, "Yapılacak iş, Anayasayı tadil etmek
değil, Anayasaya aykırı kanunlar yapan CHP’ni yaptığı kanunlarla beraber
süpürüp atmaktır” diyordu..
Kongrede, özellikle Bölükbaşı büyük tesir bırakmış ve Abdülhamit'ten bahisle, "Taçsız-tahtsız sultan istemiyoruz. 23 senelik idarenin adı ile tadı bir olmamıştır" biçimindeki konuşması ile İsmet İnönü idaresini çok ağır bir surette yererek kınamıştır.
Sonuçta:
Demokrat Parti milletvekillerinin Meclise katılmadan "sine-i millete" dönmesini isteyenlerin başında gelen İstanbul İl Başkanı Prof., Kenan Öner’in Divan Başkanı seçildiği Kongre’de (Kenan Öner ve onun gibi düşünenlere göre: Meclise girmek Halk Partisi iktidarını ve iktidarın devlet yönetimindeki "totaliter" görüşlerini, hele seçimlerdeki baskı ve hilelerini en azından affetmek olacaktı) genç kuşaklardan Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer ile Samet Ağaoğlu GİK'e girmişlerdir.
Kongrede, özellikle Bölükbaşı büyük tesir bırakmış ve Abdülhamit'ten bahisle, "Taçsız-tahtsız sultan istemiyoruz. 23 senelik idarenin adı ile tadı bir olmamıştır" biçimindeki konuşması ile İsmet İnönü idaresini çok ağır bir surette yererek kınamıştır.
Sonuçta:
Demokrat Parti milletvekillerinin Meclise katılmadan "sine-i millete" dönmesini isteyenlerin başında gelen İstanbul İl Başkanı Prof., Kenan Öner’in Divan Başkanı seçildiği Kongre’de (Kenan Öner ve onun gibi düşünenlere göre: Meclise girmek Halk Partisi iktidarını ve iktidarın devlet yönetimindeki "totaliter" görüşlerini, hele seçimlerdeki baskı ve hilelerini en azından affetmek olacaktı) genç kuşaklardan Ahmet Tahtakılıç, Ahmet Oğuz, Hasan Dinçer ile Samet Ağaoğlu GİK'e girmişlerdir.
Osman Bölükbaşı ise kulis
aralarında, delegelere kendisini, "Ne de olsa hamurları tek parti devrinin
teknesinde yoğrulmuş kuruculara karşı GİK’de demokrat düşüncenin garantisi
olmak" vaadi ile takdim etmiş, nefes nefese konuşması ile delegeden
delegeye koşmuş, ancak isteğine kavuşamamıştır. (Ağaoğlu, 1992: 58-59).
Nihayet Büyük Kongrenin 4. günü olan 10 Ocak 1947 tarihinde:, “Anayasaya aykırı kanunların tasfiyesi, Seçim Kanunu'nun güvenceli hale getirilmesi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının ayrılmasını” isteyen “Hürriyet Misakı” ilan edilmiş ve bu şartlar yerine getirilmediği müddetçe, Meclis'ten çekilip "sine-i millet"e dönme yetkisi, Kurucuların hâkim olduğu Genel İdare Kuruluna verilmiştir.
Nihayet Büyük Kongrenin 4. günü olan 10 Ocak 1947 tarihinde:, “Anayasaya aykırı kanunların tasfiyesi, Seçim Kanunu'nun güvenceli hale getirilmesi, devlet başkanlığı ile parti başkanlığının ayrılmasını” isteyen “Hürriyet Misakı” ilan edilmiş ve bu şartlar yerine getirilmediği müddetçe, Meclis'ten çekilip "sine-i millet"e dönme yetkisi, Kurucuların hâkim olduğu Genel İdare Kuruluna verilmiştir.
Başlarında Prof. Kenan Öner'in
bulunduğu hizip, şiddetli hareket edilmesini ve DP mebuslarının istifalarını
vererek sine-i millete dönülmesini ve CHP iktidarının gayr-ı meşru olduğunun ilan
edilmesini istiyordu.
Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı.
Bunlara ilaveten kongrede delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis'ten çekilme yetkisinin, Kurucuların hâkim olduğu GİK’e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen, kurucular bu konuda ağırlıklarını koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır...
(Goloğlu, 1982: 155).
Samet Ağaoğlu, Bölükbaşı, Mükerrem Sarol, Osman Kapani ve İsmet Bozdağ bu düşüncede olanlardandı.
Bunlara ilaveten kongrede delegelerin pek çoğu, büyük kongreye ait olan Meclis'ten çekilme yetkisinin, Kurucuların hâkim olduğu GİK’e verilmesi taraftarı olmamasına rağmen, kurucular bu konuda ağırlıklarını koyarak istedikleri kararı çıkartmışlardır...
(Goloğlu, 1982: 155).
II. DP KONGRESI
(20-24 Haziran 1949)
(20-24 Haziran 1949)
VE MİLLİ MİSAK
(MİLLİ AND)
(MİLLİ AND)
“ – Seçim
kanununun ve seçimlerle alâkalı hükümlerin vaz’ından maksat millet iradesinin
serbest tecellisini teminden ibarettir. Mevzuu kanunlara ve müesses nizama
aykırı hareket, kuvvet darbesi, millet ve vatandaş haklarının ihlali neticesine
varacağından, buna meydan verilmemek üzere;
Memleket için büyük zarar ve
tehlikeleri mucip olacak bu hale müsaade edilmemesi, bu mevzuda haklarına
tecavüz olunan bütün vatandaşların meşru müdafaa halinde kalmaları, haklarını
Anayasa ve Türk Ceza Kanununun müeyyidelerine dayanarak hareket etmeleri
kaçınılmaz bir zaruret olacaktır. Bu hususların rey sahibi bütün partilere ve
Türk umumi efkârına bildirilmesi, ayrıca Hükümetin ve vazifelilerin keyfiyetten
haberdar edilmelerinin temini zaruri görülmüştür.
Ancak, tek parti zihniyetini ve
Halk Partisi iktidarını, kanunların ihlali pahasına da olsa devamını
kararlaştırmış olanlar, kongremizin bu kararı almış olmasını halkı ihtilale
teşvik mahiyetinde tefsir etmeye kalkışabilirler. Hal bu ki ihtilâl mevcut ve
müesses içtimai ve siyasi nizamın cebren değiştirilmesine matuf bir hareket
olup, yukarıda tarif/tavsif edilen hareketler ihtilal tabirinin tamamıyla
şümulü dışında, meşru hakların ve meşruiyetin müdafaası mahiyetindedir. Bu
itibarla vatandaş siyasi hak ve hürriyetlerinin kullanılmasına ve milli
hâkimiyet ve hürriyet esaslarının tahakkukuna herhangi bir surette engel olacak
kanun dışı hareketlerden tevakki olunması lüzumunu memleketin en yüksek
menfaatleri hesabına belirtmek isteriz. Aksi yolda harekete teşebbüs edenlerin
ise, milli vicdanın ifadesi olan millet husumetine maruz kalmak gibi ağır ve
tarihi bir mesuliyete mahkûm olacakları muhakkaktır.”
Halk Partisi/CHP tarafından bu
karar “Milli Husumet Andı” olarak algılanmış ve ard niyetle tahrik unsuru
olarak kullanılmıştır. Oysa Hürriyet Misakı; Cumhuriyetin temeli Misak-ı Milli’nin
tamamlayıcı/bütünleyici, vazgeçilmez bir unsuru olup 1938-1950 arası Halk
Partisi ve hükümetlerince ısrarla takip olunan ve yer yer kin, nefret, şiddet,
mezalim ve husumetle uygulanan despotizm ve demokrasi karşıtı diktayı hedef
alan onurlu ve soylu bir duruştur.
MİLLİ MİSAK VE HÜRRİYET MİSAK'ININ
ETKİ VE YANKILARI
Daha sonra, 20 Haziran’da
başlayıp 24 Haziran 1949’a kadar 5 gün süren II. Kongrede kabul edilen “Milli
Misak”; Demokrat Parti hareketi’nin, millet tarafından önceleri muvazaa olarak algılan
imajını temelden değiştirdi. Hürriyet Misakı’nın tamamlayıcı unsuru ve tam bir
azim, irade ve kararlılık gösterisi niteliği arz eden Milli Misak, halkın büyük
bir umut, itimad, özgüven ve heyecanla DP’ye sarılmasına vesile oldu. Esasında,
zamanla durum bunun da çok ötesine geçti. Dönem itibarıyla başkaca hiçbir alternatifin
olmadığı gerilim yüklü bir ortamda, geniş halk kitleleri; Baskı, sömürü,
esaret, zulüm ve işkenceden kurtulmak umuduyla DP'ye, içtenlikle, samimiyet ve teveccühle
sarılıp bağlandılar.
Sebep ve inandırıcı unsur
“Hürriyet Misakı ile Milli Misak” idi…
Demokrat Parti ilk katıldığı 1946
seçimlerinde “iktidarın seçim pusulalarında hile yaptığını” ilan edip
Recep Peker hükümetini yerden yere vuruyordu ve 1947’de yaptığı ilk
kongresinde Hürriyet Misakı’nı kabul etti; bu, misak-ı millinin kasıtlı
bir taklidiydi. DP, Hürriyet Misakına dayanarak, hükümetin demokrasiyle
bağdaşmayan kimi yasaları geri çekmemesi durumunda meclise girmeyeceğini ilan etti.
İsmet İnönü bu tehdidin önemini o saat kavradı.
Çünkü oy pusulalarında yapılan hileler yüzünden Peker hükümeti hem içte hem de dış dünyada “meşruiyeti kuşkulu” ilan edilmişti ki bu görüş, ABD katında da onaylanmıştı.
Çünkü oy pusulalarında yapılan hileler yüzünden Peker hükümeti hem içte hem de dış dünyada “meşruiyeti kuşkulu” ilan edilmişti ki bu görüş, ABD katında da onaylanmıştı.
Amerikan yardımının çok önemli olduğu
bir dönemde İnönü hemen Peker’in istifasını istedi, yerine San Francisco
Konferansı’nda Türk heyetine başkanlık eden Hasan Saka’yı getirdi. Ve CHP
hemen “değişim siyasetine” soyundu. Kasım 1947 kurultayında ilk kez
serbest girişimi savundu, Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın 17. maddesini geri
çekeceğini açıkladı. Ardından dini siyasete alet ettiğini öne sürdüğü DP’yi alt
etmek amacıyla okullarda din eğitimine izin verme kararı aldı.
İsmet İnönü’nün yenilikçilere
destek vermesine rağmen parti parçalanmadı; bu da CHP’nin içindeki disiplinin
göstergesiydi. CHP’nin bu uzlaşmacı tutumu DP’de derin sorunlara yol açtı.
Çünkü DP’lileri bir arada tutan şey, tutarlı bir siyasi program değil, CHP’ye
karşı yürüttükleri ortak muhalefetti.
Demokrat Parti önderlerini fazla
ılımlı bulan kimi milletvekilleri 1944’te İnönü’nün Genelkurmay Başkanlığı’ndan
azlettiği Fevzi Çakmak’ın önderliğinde Millet Partisi’ni kurdu ve DP’nin meclis
gurubu 1949’da yarı yarıya azaldı.
Ama DP, böylece daha tutarlı bir partiye dönüştü; safra atmış oldu. İnönü Millet Partisi’nin DP oylarını böleceği inancından yola çıkarak, daha önceleri “İslamcı eğilimleri” nedeniyle dışladığı Şemseddin Günaltay’ı başbakanlığa getirdi. Seçim yasası muhalefetin dayatması sonucunda değiştirildi;
Şubat 1950’de seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldı.
Ama DP, böylece daha tutarlı bir partiye dönüştü; safra atmış oldu. İnönü Millet Partisi’nin DP oylarını böleceği inancından yola çıkarak, daha önceleri “İslamcı eğilimleri” nedeniyle dışladığı Şemseddin Günaltay’ı başbakanlığa getirdi. Seçim yasası muhalefetin dayatması sonucunda değiştirildi;
Şubat 1950’de seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması kararlaştırıldı.
Sonuçsa;
CHP için
tam bir hüsrandı!..
DP oyların yüzde 53.4’ünü alırken CHP yüzde 39.8’de kaldı. CHP seçim
sonuçlarını itirazsız kabul etti, hatta İnönü, kimi durumdan vazife çıkarmaya
meraklı askerlerin darbe yapmasını engelledi. Türkiye demokrasiyi
benimsemişti; iktidar halkın oylarıyla el değiştirmişti. Bu demokrasiyi
sindirme süreci on yıl devam etti. tam bir hüsrandı!..
Derken, 27 Mayıs’ta diktacılık,
vesayet tutkusu ve elitizm yeniden hortladı.
Hürriyet misakı, Demokrat parti'nin
kuruluşunun ilk yıldönümünde toplanan (7 ocak 1947) büyük kurultay sonunda
yayımlanan bildirge. Özgürlüklere yönelik soyut bir özlemler paketi
niteliğindeki bu bildirge, iktidar yanlısı basında ve hükümette büyük tepkilere
yol açtı. İktidar-muhalefet ilişkilerinin sertleşmesi üzerine, cumhurbaşkanı İnönü
ile DP Genel Başkanı C. Bayar arasında başlatılan görüşmeler, İnönü tarafından
yayımlanan “12 Temmuz beyannamesi” ile yeni ve olumlu bir yörüngeye girdi. (18.10.2012,
Aziz Üstel, Star Gazete)
İnönü, “meşru ve kanuni siyasi
partilere karşı tarafsız ve eşit muamele mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin
temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin muhalefet partilerine karşı tarafsız
ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade ve itiraf ediyordu.
1945 yılı Türkiye’nin siyasi
hayatında yeni bir dönemin kapısını açtı.
II. Dünya savaşı sonrasında
demokratik değerlerin kutsanmaya başladığı günlerde Türkiye de rejimini
serbestleştirme yoluna girecekti. Uzun yıllar sonra ilk kez iktidar
partisinin karşısında bir muhalefet partisinin kurulmasına izin verildi. CHP’den
ayrılan bazı milletvekilleri Demokrat Partiyi kurarak siyasal alanda muhalefete
başladılar. İktidar ve muhalefet partisi arasındaki mücadele çoğu zaman
gerginliklere sahne oldu.
Bu gerginliklerden biri 1946
seçimlerinin ardından yaşandı.
Türkiye’nin ilk çok partili genel
seçimi olan 1946 yılı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Recep
Peker’i başbakanlığa atadı. Demokratikleşme yoluna girmiş Türkiye’de, tek
partili rejimle özdeşleşmiş bir kişiliğin başbakanlığa getirilmesi muhalefet
partisinde büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Peker kabinesinin göreve
başlaması ile iktidar ile muhalefet arasındaki gerginlik günden güne
arttı.
Peker muhalefete oldukça sertti.
1947 bütçe görüşmelerinde hükümeti eleştiren Demokrat Parti
liderlerinden Menderes’e “maraz bir psikopat ruhun
ifadesi” şeklinde karşılık verecekti. Bu ifadeler muhalefetin meclis
oturumlarını uzunca bir süre protesto etmesine sebep olurken iktidar muhalefet
ilişkisini daha da gerginleştirdi.
İktidar ile muhalefet arasındaki
ilişki gitgide bozulurken 7 Ocak 1947 tarihinde Demokrat Parti kurultayı
toplandı. Bu kurultayda Hürriyet Misakı adı verilen bir rapor kabul edildi.
Kurultayda kabul edilen raporda Anayasaya aykırı anti demokratik yasaların
kaldırılması, yargı bağımsızlığı, seçim sisteminin yeniden düzenlenmesi,
hükümetin ve idarenin tarafsızlığının sağlanması, parti başkanlığı ile
cumhurbaşkanlığının birbirinden ayrılması gerektiği açıklanıyordu. Demokratik
bir yönetim için gerçekleşmesi gereken bu isteklerin karşılanmaması halinde ise
sine-i millete dönüleceği ifade ediliyordu.
Demokrat Partinin aldığı bu karar
CHP ile DP arasındaki ilişkileri daha da gerginleştirdi. Nisan ayında yapılacak
İstanbul ara seçimlerine Demokrat Parti girip girmemeyi tartışırken Recep
Peker 1 Nisan da seçime katılmak istemeyen DP’ye “ istiklal mahkemeleri kanunun
hala meri (yürürlükte) olduğunu hatırlatıyordu. Bu gelişme Demokrat
Parti ile CHP arasındaki ilişkileri tam anlamıyla kopardı. Demokrat Parti
İstanbul’daki ara seçimlere katılmadı. İktidar ile muhalefet arasında
gerginliğin sürekli bir şekilde artması üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
Başbakan Recep Peker ve Demokrat Parti lideri Celal Bayar ile haziran ayının
ilk haftasından itibaren bir dizi görüşme yaptı. İnönü Recep Peker’den çok
partili sistemin sağlam temellere oturtulmasını sağlayacak düzenlemeler
yapmasını talep etti. Ancak Peker bu isteklere karşı çıktı. Bu gelişme üzerine
12 Temmuzda cumhurbaşkanı İnönü tarafından bir beyanname yayınlandı.
'12 Temmuz Beyannamesi’ adıyla
ünlenen bildiri, 11 Temmuz günü radyoya ve Ajans’a verildi, 12 Temmuz günü ise
gazetelerde yayımlandı. İnönü beyannamede, iktidar ve muhalefetin
iddialarını dinlediğini, kendisinin her iki partiye de eşit mesafede olarak her
iki tarafın da haklılık paylarının olduğunu ifade ediyordu. Bununla beraber
“meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız ve eşit muamele
mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır” diyerek Peker hükümetinin
muhalefet partilerine karşı tarafsız ve eşit yaklaşmadığını açıktan ifade
ediyordu. İnönü, “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın
kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar,
muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin
bulunacaktır” ifadeleriyle iktidar ve muhalefetin ülke demokrasisine
katkı sağlamak için beraber çalışması gerektiğini belirtiyordu.
Bu beyanname ile İnönü
Türkiye’nin yönünün çok partili demokrasi olduğunu tek partili düzene bir daha
dönüş olmayacağını açıkça ilan etmiş oldu. Yaşanan bu gelişmelerin ardından
Başbakan Recep Peker Ağustos ayının sonunda istifa etmek zorunda kaldı. (Ömer
Aymalı- Dünya Bülteni / Tarih Dosyası)
Hükümet Reisi ve Muhalefet Lideri
ile son günlerde memleketin iç durumu üzerindeki konuşmalarımı ve bu hususta
kanaatlerimi ve fikirlerimi söylemek zamanı gelmiştir.
7 Haziran tarihinde görüşmek
üzere çağırdığım Bay Celal Bayar bana DP idare heyetinin baskısı altında bulunduğunu
beyan ve şikâyet etti. Haberdar ettiğim Başbakan, aynı mevzuları daha evvel
aralarında görüştüklerini hikâye ederek, böyle bir baskının olmadığını, idare
mekanizmasının memleketin huzurunu bozacak mahiyetteki tahriklere karşı çok güç
durumda kaldığını beyan eyledi. Bundan sonra, iki tarafı bir arada dinlemek
için, 14 Haziran tarihli buluşmayı tanzim ettim. Başbakan ve Yardımcısı Devlet
Bakanı ile Demokrat Parti Genel Başkanı hazır bulundular. İki taraf arasıda
karşılıklı tartışma içinde iki buçuk saat devam eden bu konuşma, başladığı
noktada bitti. Demokrat Parti Başkanı, partisinin baskı altında bulunduğu
noktasında ısrar ve partisinin kanun dışı maksatlar ve ihtilal usulleri takip
ettiğine dair ithamları reddetti. Hükümet Reisi, idare mekanizmasının baskı
yaptığı iddiasını kabul edemeyeceğini ve şikayet vesikalarını tetkik ve takibe
hazır olduğunu tekrar söyledi ve Muhalif Partinin çalışma usullerini düzeltmesi
lazım olduğu iddiasında kaldı.
17 Haziran tarihinde Bay Bayar’ı
tekrar kabul ettim. Bana, vaziyeti arkadaşlarıyla görüştüğünü, benim durumuma
karşı teşekkürle mütehassıs olduklarını söyledikten sonra, baskı vardır
kanaatinde olduklarını ifade eyledi. Bunun üzerine; 2 defa görüştüğüm Başbakan,
iktidar partisiyle muhalefet partisinin Büyük Meclisteki münasebetleri ve
karşılıklı çalışmaları yolunda hayırlı terakkiler olduğunu takdirle söyledikten
sonra.; “Biz de kendimize düşen vazifeleri sadakatle ifa edeceğiz, size söz
veriyorum” dedi ve iki ay sonra Büyük Meclis toplanıncaya kadar partilerin münasebetlerinde
itimadı artıran terakkiler olacağına ümidinin kuvvetli olduğunu ilave eyledi. Bu
beyanatı Bay Bayar’a 21 Haziran tarihinde naklettim.
Bay Bayar, bu konuda fiili
neticeye intizar edilmesi lazım geleceğini bildirdi. Bundan sonraki tartışmalar
Muhalefet Liderinin Sivas nutkunda ve Hükümet Reisinin 2 Temmuz tarihli
beyanatında ve ondan sonraki karşılıklı cevaplarda görülmüştür. Vaziyet hulasa
olunursa, iki taraf şikayetlerinde ve savunmalarında ısrar etmiş ve şiddetli
tartışmalar esnasında karşılıklı iyi niyetlerin ifadesi olan bazı tatmin edici
parçalar hatırlarda kalmıştır. Siyasi havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere,
dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafı teskin edici tedbirler
alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum, Muhalefet Partisi
Liderinin “fiili bir netice beklemek” şeklinde ifade ettiği hükümde görülür.
Yani, bir başka ifadeyle durum karşılıklı iddialar bakımından düğüm halini
muhafaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeğe
çalışacağım. İki tarafın şikâyet ve müdafaalarının delillerini tafsil etmekte
fayda görmüyorum. Zaten bunlar umumi efkârca da kâfi derecede bilinmektedir.
Gördüm ki, taraflardan hangisinin haksız yahut hangisinin daha evvel karşısını
kırmağa başlamış olduğunu aramakta da fayda yoktur. Ben, idare mekanizmasının
baskı yaptığını Hükümet Başkanının kabul etmemesini, öyle bir hareketi tasvip
etmeyeceğini katiyetle beyan eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve
bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben, Muhalefet Liderinin kanundışı maksatlar ve metotlar
isnadını reddetmesini, muhalif parti çalışması için şart olan kanun içinde
kalmak esasının göz önünde tutulduğuna ve tutulacağına dair tatmin edici bir
teminat olarak kabul ettim ve Başbakana bunu söyledim. Her iki tarafla uzun
konuşmalardan çıkardığım bu neticelere inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu
inanışa getiren bu durumu, memlekette siyasi partilerin çalışıp
gelişebileceğine kati ümit veren en mühim merhale sayıyorum. Şimdiye kadar,
memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin muvaffak olmamasını, bir
seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların dayanamamış ve bu günkü siyasi
durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim kanaatimce, bir buçuk seneden
beri geçirdiğimiz tecrübeler ağır ve bazen ümit kırıcı olmuştur; amma, gelecek
için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet temin edilmiştir. Bu
durumu muhafaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak, iktidar ve muhalefet
partilerinin vazifeleri olmak lazımdır. Gelecek için tedbirler, benim kabul
ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir. Benim, bu son dinlediğim
karşılıklı şikâyetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, hakikat payı da
vardır. İhtilalci bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotları ile
çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin
etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye
karşı müsavi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani
Valilerimiz ve maiyetleri, bir seneden beri çok ağır bir tecrübe
geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette hükümetin mevcut olup olmadığı
bile şüphe götürür idi. Sorumlu Hükümetin huzur ve asayiş vazifesi münakaşa
götürmez. Fakat meşru ve kanuni siyasi partilere karşı tarafsız, eşit muamele
mecburiyeti, siyasi hayat emniyetinin temel şartıdır. Bu arada, siyasi
partilere mensup olan veya görünen hususi maksat sahiplerinin şirretliklerini
pervasız olarak tesirsiz bırakmak hususunda partilerin dikkat göstermeleri icap
eder. Siyasi partilerin hangisi işbaşına gelirse gelsin onları, idare mekanizmasında
çalışanların, haklarına ve itibarlarına karşı adaletli bir zihniyette olacaklarına
inandıracaklardır. Zannediyorum ki, Hükümet Reisi ile Muhalefet Lideri
arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebat ettikleri noktadan ayırmak
gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin
etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, Hükümetle ve
iktidar partisi ile muhalefet partisi arasında görüşme ve araya girme
safhalarını olduğu gibi anlatmış olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice,
başlıca iki parti arasında temel şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu
emniyet, bir bakımdan memleketin emniyeti manasını taşıdığı için, benim gözümde
çok ehemmiyetlidir. Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini
ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. Büyük vatandaş kütlesi ise,
iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan
rahatlığı ile düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım
güçlükler, çok zaman, yalnız ruhi mahiyette olan amillerdir. Bu güçlükleri
yenmek için, siyasi hayatımızı idare eden, iktidarda veya muhalefetteki
liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanatımı, neşrinden önce,
Başbakanla Muhalefet Lideri görmüşlerdir.
12 Temmuz 1947, T.C. Cumhurbaşkanı - İSMET İNÖNÜ
(NÜVE FORUM, Tarihten olaylar –
12.12.2013)