15 Mayıs 2017 Pazartesi

14 MAYIS DEMOKRASİ BAYRAMININ 67. YIL DÖNÜMÜ (Neden? Niçin? Muhataplar, Mukallitler ve Sorumlular Tarafından) KUTLANMADI?, 67. Yıl Anısına "KARŞI DEVRİM YALANI VE DEMOKRAT PARTİ" Hasan Emre OKTAY

KARŞI DEVRİM YALANI VE DEMOKRAT PARTİ
Hasan Emre OKTAY (*)
‘Karşı Devrim DP ile başladı’, söylemi, insafsız bir yalandan başka bir şey değildir. ‘DP iktidara gelir gelmez ezanı Arapçalaştırdı’ söylemi de aynı minval üzere uydurulmuş bir başka yalandır. Karşı Devrim ne demek? Atatürk ilke ve devrimlerine karşı bir hareket başlatmak demektir. Yani anti Kemalist, anti cumhuriyetçi, anti demokrat, anti laik girişimlerde bulunmaktır. Hâlbuki Demokrat Partinin on yılık iktidarı döneminde, konuyla ilgili olarak yaptığı eylemleri kısaca gözden geçirecek olursak, rahmetli Celal Bayar’ı, Adnan Menderes’i ve DP’yi karşı devrimci olarak suçlamanın abes ile iştigalden başka bir şey olmadığını hemen anlarız. Şöyle ki;

“Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1928 yılında Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda, dinde reform hareketlerine girişilmeye başlanmıştı. İlahiyat Fakültesi öncülüğünde, Milli Eğitim Bakanlığına bu konuda önerilerde bulunmak üzere bir komisyon kurulmuş ve bu komisyon Türkçe okunulması düşünülen ezan, hutbe ve duaların şiirsel tercümelerini hazırlamıştı. Nihayet, 1932 yılında ezanın Türkçe okunacağına dair kanun Meclis’ten geçerek kabul edilmiş, Arapça ezan okumak da yasaklanmıştı. Böylece ezanın Türkçe okunduğu, 18 yıl sürecek bir dönem başlamıştı. Artık ezan ‘Tanrı Uludur Tanrı Uludur…’sözleriyle başlıyordu.

1938 yılında Ebedi Şef Atatürk’ü kaybettikten sonra, Milli Şef İsmet İnönü yönetimi hüküm sürerken, ülke genelinde Arapça ezan yasağına uyulmadığına dair duyumlar alınmaya başlar. Bu yasağa uymayanlar, ‘Kamu Düzenini Sağlamaya Yönelik Emirlere Aykırılık’ suçundan cezalandırılmaktadır. Ancak 1941 yılında Milli Şef İsmet İnönü yönetimi, ezan yasağına uymayanlara uygulanacak cezaları arttırma kararı alır. Böylece 4055 sayılı kanun çıkartılır.

Bu kanuna göre TCK’nin 526. maddesi gereğince Arapça ezan okuyanlar üç ay hapse ve on liradan yüz liraya kadar para cezasına mahkûm edileceklerdir. Geçen sürede bu kanuna rağmen yer yer ezan yasağına uymayanlar tespit edilir ve ‘Allahu Ekber’ şeklinde ezan okuyanlar hapis ve para cezasına mahkûm edilirler.

Halk arasında ciddi bir hoşnutsuzluk baş göstermiştir. Nitekim 1946 yılında yeni kurulmuş olan DP milletvekili adayları, seçim gezileri için gittikleri her yerde ezanın aslına dönülmesi talebi ile karşılaşırlar.

Ezan konusunda halk neden hoşnutsuzdu ve neden ezanın aslına dönülmesini istiyordu? Müslümanlık ibadetini yerine getirmekte olan kesimler, dinin iman ve amel şekline, lisanına müdahale edilmesinin vicdan hürriyetini zedelediğini ileri sürüyorlardı. Türkiye Cumhuriyetinde Musevi ve İsevi vatandaşların dini inanç ve ibadet şekillerine asla karışılmıyorsa Müslüman ve Türk vatandaşların da din ve vicdan hürriyetlerine, ibadet şekillerine karışılmamalıdır diye düşünülüyordu. Ayrıca TCK 526. maddenin sadece Arapça ezan okumayı kapsaması, diğer bir lisanla okunmasına cezai bir hüküm ifadesi kullanılmamış olması da garip bulunuyordu. Türkçe ezan ve kamet için Arapçadan Türkçeye tercümelerde hatalar olduğu görüşü de sıkıntıyı arttırıyordu. Örneğin, Türkçede Allah kelimesinin karşılığının Çalap (Allahü Teâlâ) kelimesi olduğu belirtiliyordu. Türkçe ezandaki, ‘Tanrıdan başka yoktur tapacak’ tümcesindeki tapmak eyleminin de İslam’da bulunmadığı, İslam’da tapmanın değil ibadetin söz konusu olduğu anlatılmaya çalışılıyordu.

1935-36 yıllarında radyolarda Alaturka müziğin çalınması da yasaklanmış, ancak bir süre sonra bu yasağın bir hata olduğu anlaşılmış ve yasak kaldırılmıştı. Bunun gibi ezanın da tekrar eski halinde, yani Bilal Habeşi’nin okuduğu şekilde okunması isteniyordu.

1950 seçimlerinde DP ezici bir çoğunlukla Meclis’teki yerini alınca Tokat milletvekili Ahmet Gürkan, Kayseri milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşı, Adnan Menderes hükümeti ile birlikte Arapça ezan okumaya hapis cezası getiren TCK’nin 526. maddesinin değiştirilmesi için TBMM’ne teklif verdiler. Teklif Meclis’te görüşülürken CHP Trabzon milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu söz alarak, CHP grubu olarak teklife karşı çıkmayacaklarını ifade etti. Böylece teklif partiler arası mutabakat ile TBMM’de kabul edildi. CHP muhalefetinin, DP iktidarı ile iş birliği yaptığı tek eylem, ezan sorunudur.

Anlaşılacağı gibi kanun Türkçe ezan okumayı yasaklamamıştır. Sadece Arapça ezan okumaya uygulanmakta olan hapis ve para cezasını kaldırmıştır. Arapça ezan okumak da zorunlu tutulmamıştır. İsteyen Türkçe, isteyen de Arapça okusun denmiştir. Ve ülkede bu kanunun Meclis’ten geçmesiyle birlikte büyük bir sevinç yaşandığı görülmüştür

Arapça ezan yasağını kaldırmak için hazırlanmış olan tasarı Meclis’te tartışılırken Menderes’in söylediği şu sözler muhalifleri tarafından yıllarca eleştirilmiş ve aleyhinde malzeme yapılmıştır.

“Millete mal olmamış, millet vicdanına bir değirmen taşı ağırlığı ile çökmüş olan tedbirlerin 12-20 sene sonra üzerinde bekçi gibi duracağız demek doğru mudur?”

Millete mal olmamış girişimlerin akim kaldığı Türkçe ezan uygulamasının akıbetiyle ortaya çıkmıştır. Zira Demokrat Partiyi diktatörlükle, hürriyetleri kısıtlamakla, Atatürk ilkelerine karşı çıkmakla suçlayarak 27 Mayıs Darbesini yapan darbeci subaylar tarafından oluşturulan ve TBMM’nin tüm yetkilerini üzerinde toplayan, diğer bir deyişle ülkenin tek hâkimi durumunda olan Milli Birlik Komitesi yaptığı toplantıların birinde ezan konusunu ele almış, tartışmış ve Arapça ezana devam kararı almıştır. 27 Mayıs oldubittisinden sonra, yine MBK’nin baskılarıyla iktidara gelen CHP yönetimi ve başbakanları İsmet İnönü ezanı tekrar Türkçe okutmak hususunda en ufak bir girişimde bulunmamıştır. Arapça ezan okuma yasağını kaldıran DP İktidarı dört yıl sonra yapılan Genel Seçimlerde oylarını Cumhuriyet tarihimizde hala görülmemiş derece arttırarak (%58,4…sonucu 57.61 olarak gösteren kaynaklar da var ) iktidarını sürdürmüştür.

Bugün, 2010 yılında Türkiye Cumhuriyetinde hala Türkçe ezan okumak yasak değildir. Ancak, ibadetini tam manasıyla yapmak isteyen vatandaşlar arasında, ezan Türkçe okunsun gibi bir talep olmadığı anlaşılıyor. Türkçe ezan konusunu 2007 yılında Diyanet İşleri’ne sormuştum, aldığım cevabı aynen aktarıyorum.

“”” …Ezan İslam’ın bir simgesi olup, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de aslına uygun olarak okunmaktadır. Ülkemizde ezanın hangi dilde okunacağı hususunda mer’i mevzuatımızda herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. // Süleyman Duman, Başkan a. Hukuk Müşaviri…”””

14 Mayıs 1950, DP’nin iktidara geliş tarihinden önce, ülkeyi yöneten İsmet İnönü CHP’si iktidarı, diğer adıyla Mili Şef döneminde paralardan, pullardan Atatürk resimleri çıkartılmış yerine Milli Şef İsmet İnönü’nün resimleri konmuştu. Hatta devlet dairelerindeki Atatürk portreleri, büstleri de Cumhurbaşkanı İnönü’nün portre ve büstleriyle değiştirilmişti. Çankaya köşkündeki, Atatürk heykeli kaldırılmış, sarılıp, sarmalanıp köşkün bodrumunda bir kenara konmuştu.  O gün bu gün o işi yapanlar ve savunanlar sürekli 1925 yılında Atatürk sağ iken çıkan bir kanundan bahsederler. Bu kanuna göre, Türkiye Cumhuriyetinin parasının üzerinde Cumhurbaşkanlarının resmi olur, kanun Atatürk sağ iken çıkmıştır. Söz edilen bu kanunun adı,

‘701 Sayılı, Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline  Dair Kanun’ dur.

Bu kanunun adını bu günkü dile çevirecek olursak,

‘Mevcut Kâğıt Paraların Yenileriyle Değiştirilmesine Dair Kanun’ dur.

Şimdi karar sizin: DP’yi karşı devrimi başlatmakla, gericilere taviz vermekle suçlayan İsmet İnönü CHP’si ve ekibi ne yapıyor? Ebedi Şef Atatürk 1938 yılında ölür ölmez, ilk önce İsmet İnönü’yü Milli Şef ilan ediyorlar arkadan bu kanunu kendilerine göre yorumlayarak paralardan Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün resimlerini çıkartıp Genel Başkanları, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün resimlerini koyuyorlar.

Peki, 14 Mayıs 1950 den sonra, Reisicumhur Celal Bayar ne yapıyor? Bu kanunu bambaşka bir şekilde yorumluyor. Reisicumhur olarak kendi resimlerini asla paraların üstünde görmek istemiyor ve Atatürk’ün resimlerinin tekrar paralara konmasının en doğrusu olacağını belirtip DP Hükümetinden talep ediyor. Menderes Hükümeti de tereddütsüz bu işlemi gerçekleştiriyor. Ayrıca resmi mekânlara tekrar Atatürk’ün resimleri konuyor. Çankaya Köşkünün bodrumundan Atatürk’ün heykeli çıkartılıyor, temizleniyor, onarılıyor ve köşkün bahçesindeki eski yerine yerleştiriliyor. Böylece DP Hükümeti ilk hamlesinde Atatürk’ü unutturmak değil, unutturmaya çalışanlara bir darbe vurmuş oluyor. Eğer Rahmetli Celal Bayar, 701 sayılı kanunu, İsmet İnönü gibi yorulmayıp paraların, pulların üstüne kendi resimlerini koydursaydı süreç öylece geleduracak ve her Cumhurbaşkanı değişiminde paralar da, pullar da değişecekti ve Atatürk’ün yüzünü sadece tarih kitaplarında görebilecektik.

DP iktidarı birinci yılını tamamladıktan sonra, 1951 yılında ülkede bir takım irticai hareketlerin başladığı ve bu hareketlerin özellikle Atatürk’ü hedef aldığı görülmeye başlamıştı. Bazı basında Atatürk’e karşı adeta hakaretler içeren yayınlar fütursuzca çıkmaya başlamıştı. Toplantılar düzenleniyor, toplantılarda yapılan konuşmalarda Atatürk yerden yere vuruluyordu. Hele gün geçmiyordu ki, faili meçhul bir Atatürk heykeli saldırısı olmasın. Bir süre sonra alınan önlemler sonucunda Atatürk heykellerini tahrip edenlerden yakalananlar olmaya başladı. Bu yakalananların ifadelerinden saldırıları yapanların, Ticaniler diye bir tarikatın mensupları olduğu ortaya çıktı.  

Bu durumdan son derece rahatsız olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Atatürk’ün Hatırasını korumak için bir kanun taslağının hazırlanmasının gereğini vurgular. Ve bu amaçla Atatürk Kanunu tasarısı hazırlanır. Kanunun resmi adı,

‘Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun Tasarısı’dır.

İçeriği ise,

’Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse, bir yıldan üç yıla kadar ağır hapisle cezalandırılır. Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve anıtları tahrip edenler, bir yıldan beş yıla kadar hapisle cezalandırılır.’

Kanun için Adnan Menderes şu sözleri kullanmıştır, ‘Atatürk, inkılâpların sembolü olan bir dehadır. Biz inkılâpları koruyacak olan bu kanundan şeref duyarız.’

Tasarının Meclis’te görüşülmesine başlarken, Atatürk için üç dakikalık saygı duruşu yapılır. Ancak bazı milletvekilleri Atatürk’ün heykelleştirilmemesini vurgulayarak, kanun aleyhinde eleştirilerde bulunurlar. Eleştirilere karşı Başvekil Adnan Menderes bir konuşma yapar;

“Atatürk ne yaptı? Hepimiz burada sevdiğimizden, saydığımızdan bahsettik, büyük eserler yaptı dedik.. Bunda hepimiz beraberiz, müttefikiz. Buna rağmen aramızdan ayrılmış, hakkın rahmetine kavuşmuş bir insanın, bir Türk büyüğünün maruz kalmakta olduğu hakaretleri önlemek ve bunun memlekette yarattığı teşevvüşü, fikirlerde yaptığı, vicdanlarda yaptığı huzursuzluğu önlemek için tedbir almak mevzuu bahis olunca, hayır diyoruz. Kanuna hacet yok, neden? Sevgi vicdanlardaymış. Arkadaşlar vicdanlarda yer tutan, sevgi kazanan, hürmet kazanan eserlerin, mefhumların, mevcutların muhafazası kanun koyucu için bir vazife teşkil eder. Kamu vicdanı için de dini saygın tutmuyor muyuz? Milliyeti muhterem tutmuyor muyuz? Eğer dediğimiz gibi Atatürk’ün hatıraları, eserleri, başarıları bu memleket için büyük bir kıymet ifade ediyorsa ve onlara taarruz vaki olduğu takdirde milli vicdan bundan mustarip oluyorsa onu bu gibi taarruzlardan dokunulmaz kılmak icap eder.”

Sonuçta kanun kabul edilir ve yürürlüğe girer, 25 Temmuz 1951. Böylece DP İktidarı tarafından giderek radikalleşme emareleri gösteren irticai faaliyetlere bir set çekilmiş olur. Kanun bu gün yani 2017 yılında hala yürürlüktedir.

Yıllar sonra Celal Bayar, böyle bir kanuna neden ihtiyaç duyduğunu gazeteci Erkin Ünsan’a şöyle anlatmış;

"İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası içinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu'ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk'e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu... Atatürk'ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanun karşısında yer aldı."

Bayar’ın son cümlesine dikkatlerinizi çekerim. Atatürk’ün kurduğu ana muhalefet partisi CHP’dir ve CHP Meclis’te bu kanunun, yani Atatürk’ün hatırasını koruma kanununun karşısında yer almış.

Atatürk’ü 10 Kasım 1938 yılında kaybettik. Dolmabahçe Sarayında vefat eden Atatürk’ün naaş’ı, 19-20 Kasım tarihlerinde Yavuz Zırhlısı ile İzmit’e, İzmit’ten de trenle Ankara’ya getirildi. 20 Kasım’da TBMM önündeki katafalkta bir gün kaldıktan sonra, 21 Kasım 1938 günü Etnografya Müzesindeki Geçici Kabrine kondu.

TBMM’de Atatürk’e bir anıtkabir yapılmasına karar veriliyor ve çalışmalara başlanıyor. Ülke Tek Parti CHP yönetimi ile idare edilmekte, Cumhurbaşkanı Milli Şef seçilmiş olan İsmet İnönü.

Atatürk’ün başbakanı Celal Bayar, İsmet Paşanın Cumhurbaşkanı seçilmesini adeta desteklediği halde, kısa bir süre sonra İsmet Paşanın kabineyi yenilemek amacıyla kurduğu hükümette kendisinden başbakanlık görevinin alınarak Refik Saydam’a verildiğini görür ve köşesine çekilerek gelişmeleri takip etmeye başlar. Zaten Milli Şef döneminde, Atatürk’ün ‘Mutat Zevat’ tabir edilen teklifsiz sofrasına veya yanına gelebilen çevresi dahil, bakanları, bürokratları vesaire değiştirilmiştir.

Anıtkabir yapımı ile görevlendirilmiş kurul, Anıtkabir mekânı olarak Rasat Tepe’yi önerir ve bu öneri kabul edilir. Gerekli istimlâkler yapıldıktan sonra 9 Ekim 1944 de bir merasimden sonra Anıtkabir inşaatının temeli atılır.  Temel atma töreninde Mili Şef İsmet İnönü’nün bulunmadığını basından öğreniyoruz. 4677 Sayılı kanun ile TBMM inşaat için yılda 2,5 milyon TL. Toplam 10 milyon TL. Ödenek ayırmıştır. Ve inşaat başlar.

1949 yılına gelindiğinde inşaatın sadece temel bölümleri tamamlanmıştır, 5,5 yıl gibi bir sürede inşaat adeta bir kağnı hızı ile ilerlemiştir. Atatürk’ün naaşı da Etnografya Müzesinde Geçici Kabrinde tahnit (bir nevi mumyalama) edilmiş olarak beklemektedir. Rahmetli Bülent Ecevit bu bekleyişi şu cümleleri ile ifade edecektir.

“Atatürk’ten en az bir vatan devralmış nesillerin en büyük vicdan azabı”

İşte milli vicdan azabı yaratan bu gecikme, dönemin İnönü CHP’si iktidarını fazla rahatsız etmemiş olsa gerek ki, 1949 yılında zaten inşaat için yetersiz olarak tahsis edilmiş olan 10 milyon TL’nin sadece 8 milyon TL’lik kısmının harcandığını öğreniyoruz. (Mehmet Arif Demirer)

Bir yıl sonra, 1950 yılında, DP iktidara gelince, inşaatın gecikmesi ile ilgili Milli Şef döneminin mazeretleri, hala devam etmektedir. İkinci Dünya Harbi sonrasının koşulları, inşaat teknolojisinin zayıflığı, mali imkânsızlıklar vesaire.

Ancak birdenbire meydana gelen büyük değişiklikler dikkatleri çeker. TBMM, 5581 sayılı kanun ile daha önce Anıtkabir inşaatı için kabul edilmiş olan 10 milyon TL’lik ödeneği 24 milyon TL’ye yükseltmiştir.  6 Haziran 1950 günü Cumhurbaşkanı Celal Bayar inşaatı gezer, inşaatın hala mozole ara kat seviyesinde olduğunu üzüntüye görür. Beş buçuk yıl gibi bir sürede kaba inşaatın ancak yarısı tamamlanabilmiştir. Bayar, derhal Anıtkabir’in Cumhuriyetin 30. yılına yetiştirilmesi talimatını verir. Yani 29 Ekim veya 19 Kasım 1953 de, en geç üç buçuk yıl içinde Anıtkabir inşaatı tamamlanacaktır. Bu süre bugün için uzun gibi görünse de, o tarihteki inşaat teknolojisinin imkân verdiği en kısa süredir. 

Ayrıca o gün yapılan projede bir tadilat yapılmasına da karar verilmiştir. Mozolenin üstündeki görüntüyü bozan, orantısız kubbeden de vaz geçilmiştir.

8 Ağustos 1950’de Mozolenin tamamının kaba inşaatı tamamlanıyor. 10 Kasım 1953 de Atatürk nihayet muhteşem bir merasimle, Anıtkabir’de yurdun dört bir köşesinden getirilmiş vatan toprağına kavuşturuluyor.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 10 Kasım 1953 günü, milli vazifesini yapmış olmanın huzuru, ama Atatürk’ü kaybetmenin de hüznü içinde, onun ilelebet gönüllerimizde payidar olacağını vurgulayan tarihi bir konuşma yapar...

“Atatürk, sen bizdendin. Seni halife yapmak, padişah yapmak isteyenler oldu. İltifat etmedin. Milli irade yolunu seçtin. Hayat ve şahsiyetini milletinin hizmetine vakfettin. Türkün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü vasıflara maliktin. Bütün bu meziyetlerinle Türkün ta kendisiydin. Şimdi seni kurtardığın vatanın her köşesinden gönderilen mukaddes topraklara veriyoruz. Bil ki, hakiki yerin, daima inandığın ve bağlandığın Türk Milletinin minnet dolu sinesidir. Nur içinde yat.”

Rahmetli Celal Bayar, Atatürk’ü kaybettiğimizden iki gün sonra 12 Kasımda ‘Arttırma ve Yerli Malı Haftası’ açılışında, başbakan olarak yaptığı konuşmada Atatürk’e olan duygu ve düşüncelerini dile getirirken yine tarihe geçecek veciz bir cümleyi telaffuz etmişti.

“Atatürk’ü sevmek, her Türk vatanseveri için milli bir vazifedir.

Sıra Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve gelmiştir. Selanik Belediye Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Yılı münasebeti ile 1933 yılında Selanik’te aldığı bir kararla, Atatürk’ün doğduğu evi kendisine hediye etmişti. Atatürk de, kendisine verilen bu evin müze haline getirilmesini istedi. Bundan sonra, evin, müze haline getirilmesi bakımından tamir ve tefriş edilmesi için yapılan çalışmalar da bir türlü bitirilememişti. Ama 1950’den sonra Celal Bayar’ın isteği ile çalışmalar birden büyük bir hız kazandı ve 1953 yılında bitirildi. 10 Kasım 1953 tarihinde yapılan bir törenle, Atatürk’ün doğduğu ev,

’Selanik Atatürk Evi Müzesi’ 

Adı ile ziyaretçilere açıldı.

Buraya kadar anlattıklarımızdan açık seçik görülecektir ki, DP daima Atatürk’e sahip çıkmış, asla anti Kemalist eylemlerde bulunmamış bir partidir. Ne yazık ki Atatürk’ü tam manasıyla anlayamamış bir takım odaklar, DP’nin birçok cesur girişimini yanlış yorumlayarak DP aleyhine şiddetli bir dezenformasyon yaratmışlar ve etkili de olmuşlardır. Türkiye’mize büyük zararlar vermiş olan 27 Mayıs 1960 darbesi de bahanesini bu yalanlardan almıştır.

27 Mayıs Darbesi sonunda Menderes ve iki bakanı Polatkan ve Zorlu’nun idam edilmesi inanılmaz bir paradoks yaratmıştır. Atatürk’ü unutturmaya, sıradanlaştırmaya çalışanlar, her eylemi ile Atatürk’ü öne çıkaranları, anti-Atatürkçülük ile suçlayarak Yassıada’ya tıkmışlar ve bir Atatürk sevdalısı Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı intihar noktasına getirmişler ve Başbakan Adnan Menderes’i infaz etmişlerdir…

Ancak daha öncede belirttiğimiz gibi doğruların, iyilerin gözle görülmeyen orduları vardır. Bu gün 2017 yılında Türk halkı 27 Mayıs Darbecilerinden hiç birinin adını hatırlamaz ve genel olarak onları nefretle anar. Ancak Celal Bayar da, Adnan Menderes de, Fatin Rüştü Zorlu da, Hasan Polatkan da Türk halkının gönlünde, en nadide köşede yaşamaya devam etmektedirler. Celal Bayar Üniversitesi, Celal Bayar Bulvarı, Adnan Menderes Havalimanı, Adnan Menderes Üniversitesi, Adnan Menderes Kongre Merkezi, Adnan Menderes Barajı, Adnan Menderes Spor Tesisleri, Adnan Menderes Otobüs Terminali gibi, bulvarlar, okullar, semtler, tesisler onların adları ile süslenmektedir. Hepsinden önemlisi halkımızın rahmet dualarıdır…  

Hasan Emre Oktay
Mayıs 2017 Fenerbahçe
 (*) "BABAM, (FARUK OKTAY) MENDERES ALEYHİNE İFADE VERMEDİĞİ İÇİN ÖLÜME TERK EDİLDİ"

27 Mayıs 1960 darbesi döneminde İstanbul Emniyet Müdürü olan Faruk Oktay'ın oğlu H.Emre Oktay, babasının dönemin Başbakanı Adnan Menderes aleyhine ifade vermediği için işkence gördüğünü ve ölüme terk edildiğini söyledi.1960 darbesinin Türkiye...

27 Mayıs 1960 darbesi döneminde İstanbul Emniyet Müdürü olan Faruk Oktay'ın oğlu H. Emre Oktay, babasının dönemin Başbakanı Adnan Menderes aleyhine ifade vermediği için işkence gördüğünü ve ölüme terk edildiğini söyledi. 1960 darbesinin Türkiye için bir felaket olduğunu vurgulayan Oktay, darbenin arkasında İsmet İnönü ile CHP'nin olduğunun tartışmasız olduğunu kaydetti.

Annesine, ölene kadar babasının işkence yapılarak öldürüldüğünü söylemediklerini dile getiren Oktay, gözaltına alınırken babası ile vedalaşmadıklarını da belirterek "Son görüşümüz bu. Bir daha hiç görmedik. Aklımıza gelmedi; babacığım hakkını helal et; bir sarıl, öpüş. Hiçbir şey yok. Bindi bir cemseye; gidiş, o gidiş." dedi.

Ölüm haberi gelene kadar Yassıada'da hiç görüşmediklerini anlatan Oktay, 50 kelimelik mektuplarla haberleştiklerini ifade etti. Oktay, Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu'na da kırgın. "Darbecileri dinlediler, bizi dinlemediler." diyerek sitem etti.

"SEN PAŞANIN KARISIYLA NASIL EVLENİRSİN' DEYİP KURMAYLIĞI ALINMIŞ"

27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden tam 53 yıl geçti. Geriye ise darbeden yalnız acılar kaldı. Darbenin yetim bıraktığı isimlerden biri de Emre Oktay. 1958 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne atanan Faruk Oktay'ın oğlu, yaşadıklarını unutamıyor. Cihan Haber Ajansı'na (Cihan) darbe dönemini anlatan Emre Oktay, babasının asker olduğunu ve yarbaylık rütbesindeyken annesiyle evlendiğini söylüyor. Annesinin ilk evliliğinin ise Korgeneral Kenan Dalbaşar ile olduğunu dile getiren Oktay, şöyle devam ediyor: "Fakat Korgeneral, 49 yaşında vefat etmiş. Annem iki çocukla dul kalmış. Babam da aynı bölgede Diyarbakır'da görev yapmışlar. Paşayı da tanıyor, annemi de paşadan dolayı tanıyor. Anneme yardımcı oluyor. 5 -6 sene sonra aralarındaki dostluk ilerliyor ve annemle evleniyorlar. Evlenince babam büyük bir tepki alıyor: 'Sen paşanın karısıyla nasıl evlenirsin?' diye. Babam kurmaymış, kurmay okulunda; çıkarıyorlar. Babam da çok fena içerliyor. Çünkü kendisi de paşa olacak. Askerlikten istifa ediyor. İstifa ettikten sonra İstanbul'a geliyorlar. Bir süre maddi sıkıntı çekiyorlar. Sonra Ankara Emniyeti'nde iş buluyor. Birinci daire, ikinci daire müdürü derken başarılı oluyor. Dikkati çekiyor, Ankara Emniyet Müdürü oluyor. Adnan Bey de babamı çok sevmiş. 1958'de Gümüşhane Valisi olarak giderken; Faruk Bey çok başarılı. Özellikle 6 Eylül olaylarında dikkati çekiyor. Ankara'da hiçbir şey olmadı. O bakımdan İstanbul da çok zor bir kent. İstanbul Emniyet Müdürlüğünde bir süre kalsın demişler. 1958'de yazın İstanbul'a Emniyet Müdürü olarak geldi. Ben 11 yaşındaydım. Darbe olduğu zaman 13 yaşındaydım. 2 sene İstanbul'da görev yaptı. Eceline gelmiş. 1960 Mayıs ayında darbe oldu."

"ÖĞRENCİ OLAYLARIYLA BAŞA ÇIKAMAYINCA SIKIYÖNETİM GELDİ"
CHP tarafından 28-29 Nisan olaylarının organize edildiğini anlatan Oktay, o dönem karışıklıkları gayet iyi hatırladığını belirterek "Başa çıkamayınca askere müracaat ettiler ve sıkıyönetim geldi. Zaten 1960'da sıkıyönetim var. 28 Nisan'dan beri asayiş onların elinde. Ben o zaman Şişli Koleji'nde talebeyim. Okulda böyle bize büyük ağabeylerimiz bakıyorlar. Ortaokuldayız. 'Sen emniyet müdürünün oğlu musun?' diye bakıyorlar. Belki de kaçırmayı falan düşünüyorlardı. Tehlike atlatmışız yani. Asayiş askere devredildikten sonra birtakım dedikodular çıktı: 'Olaylarda yüzlerce öğrenci öldü.' Kimse yok ortada, ama inanılıyor. Her yerde konuşulmaya başlandı. 'Ölüler ne oldu; kıyma makinelerinden geçirmişler; kıymaları da Konya yolunda asfaltın, inşaatın altına koymuşlar.' Böyle saçma sapan şeyler. İnanılacak gibi değil ama inanılıyordu. İşte bunlar darbeye ortam hazırlıyordu. İki öğrenci öldü ve ikisi de kazaydı." diye konuşuyor.

"BABAMLA KAPIDA BİLE VEDALAŞAMADIK; GİDİŞ, O GİDİŞ"
Babasının darbenin olduğu gün evde gözaltına alınmasını ise Oktay, şöyle anlatıyor: "Gece saat 03.00 gibiydi; yatmıştık, babam devamlı telefonla konuşuyordu. Hararetli hararetli konuşurken derken gürültüler. Böyle zelzele oluyor gibi. Salona fırladık. Bir baktık tank geldi. Topu da bizim camlara göre ayarlıyor. Sonra cemse kamyon üzerinde bir top, onu da ayarlıyorlar. İki cemse asker evi sardılar. Evde annem Nimet Oktay, babam Faruk Oktay, kardeşim Ömer ve ben, 13 ile 15 yaşında iki tane çocuk var. Filmlerdeki gibi projektörler, aydınlandı her taraf. Babam o sırada emniyet ile konuşmuş: 'Aman çocuklar silahlarınızı falan bırakın, karşı koymayın. Gelen askerdir, çatışma olur aman falan' diyor. Bunları gayet iyi hatırlıyorum. Sonra belediye başkanını, valiyi aradı. Ethem Yetkiner, İstanbul Valisi. Hepsini almışlar. Bize geldiler. Kapı çaldı. Annem çok telaşlı, biz de korktuk. Şok geçiriyoruz. Bunları şimdi sakin anlatıyorum, ama ödümüz koptu; götürüp bir şey yapacaklar diye. Kapıyı annem açtı. Süngülü, silahlı iki asker; 'Beyfendiyi karargaha götüreceğiz' dediler. Babam da giyinmişti zaten. Tabancasını aldılar, indiler merdivenden. Babam içerde telefonla konuşurken sıkıyönetime açmış; karşısına Numan Esin çıkmış. Ben Emniyet Müdürü kiminle görüşüyorum demiş. Bay X ile görüşüyorsunuz demiş. Evime geldiler askerler, beni almaya geldiler; nedir bu durum demiş. Teslim olacaksınız demiş. Numan Esin kitabında anlatır bunları. Bir kapıda vedalaşmadık inanır mısınız? Son görüşümüz bu; bir daha hiç görmedik. Aklımıza gelmedi; babacığım hakkını helal et; bir sarıl, öpüş. Hiçbir şey yok. Bindi bir cemseye; gidiş, o gidiş."

"BABAMIN İLAÇLARINI VERMEDİLER"
Babasının önce Davutpaşa Kışlası'na götürüldüğünü dile getiren Oktay, "Babam tansiyon hastasıydı. Onun yaşamsal önemde ilaçları vardı. Onları almazsa kötü olur. Annem onları hazırlayıp büyük abime verdi. O da gitmiş Faruk Oktay'ın ilaçlarını getirdim demiş. Eline bir vurmuşlar, ilaçlar saçılmış, bir dövmedikleri kalmış. Azarlamışlar, kovmuşlar. Bembeyaz yüzle geri geldi." şeklinde konuşuyor.

O dönemin bugün Silivri, Ergenekon, Balyoz tutuklamalarıyla mukayese edildiğini hatırlatan Oktay, ilgisinin bulunmadığını vurguluyor. "Bizimkiler orda tükürük, tekme yiyor. Yerlerde sürüklüyorlar. Dövüyorlar, neler öğrendik neler? Onlar şimdi GATA'ya gidiyorlar, muayene oluyorlar. İcabet ederse kalıyorlar. İlgisi yok, bunları söyleyenler, bilmeyenler..."

"50 KELİMELİK MEKTUPLARLA HABERLEŞTİK"
Soruşturma aşamasında babasıyla hiç görüştürülmediklerini ifade eden Oktay, gözaltına alındıktan sonra bir daha görmediklerini belirtiyor. Babasının Yassıada'ya götürülmesinden sonra 50 kelimelik mektuplarla yazışmalar olduğunu anlatan Oktay, "50 kelimelik mektuplarda da 'nasılsın, iyi misin, bir şeye ihtiyacın var mı, kazağın, gömleğin.' Havalar soğuyor çünkü; eylülde vefat etti. Mektuplarda da nasılsın iyi misin; çünkü sansürden geçiyor. Önemli bir şey yazarsanız hem başınız belaya girer hem de vermezler. Mektupları Kuzey Deniz Saha Komutanlığına veriyorduk; ordan da bize geliyordu. Haziran'da Yassıada'ya gitti. 4 ay kaldı; 30 tane falan mektup vardır." diyor.

"MALIMIZA, MÜLKÜMÜZE EL KONULDUĞU İÇİN BABAMA PARA GÖNDEREMEDİK"
Babası başta olmak üzere tüm demokratların 'malınızı, mülkünüzü haksız kazanmışsınız.' denerek mal varlıklarına el konulduğunu anlatan Oktay, şöyle devam ediyor: "Banka hesaplarına el konuyor. Böyle çok büyük sıkıntı içindeydik. Babam Yassıada'dan mektuplarında diyor ki 'aman Nimet para gönderin. 300-500 lira para istiyor.' Para yok ki bankadan para çekemiyorsunuz. Her şeye el koymuşlar ve inanılmaz bir acımasızlık var. Çok serttiler, acımasızdılar ve nefret doluydular. 27 Mayıs'ı yapanlar nefret doluydu. Ben böyle şey görmedim. Biz çocuğuz, beni dövdüler. Komşu apartmanda Halk Partililer oturuyordu. 13 yaşında çocuk; o kapıcıyı falan kandırmışlar hep beraber beni dövdüler; sille tokat. Yapılacak şey mi? Baban hapiste diye. Olacak şey değil; bu nasıl bir insan, nasıl bir vicdan, nasıl bir zulüm. Anlatıyorum da inanamıyor insanlar."

"BABAMIN YÖNLENDİRDİĞİ AVUKAT 50 BİN LİRA PARA İSTEDİ"
Mektuplar dışında Yassıada'da ne olup bittiğini bilmediklerini dile getiren Oktay, babasının avukat Nail Bey'e yardımcı olması için yönlendirdiğini ifade ediyor. Annesiyle Nail Bey'e gittiklerini anlatan Oktay, "Nail Bey'e durumu anlattık, bizden bir para istedi; o zaman 50 bin lira. Bugün için inanılmaz bir para. O zaman yanılmıyorsam 5-10 bin liraya daire alınıyordu. Bizde öyle bir para yok ki. O herhalde 'bunların kıyıda köşede paraları vardır' diye düşündü. Böylede bir acımasızlık vardı. Rahmetli Burhan Apaydın, Talat Asal; bunlar çok önemli insanlar. Hiçbir menfaat gözetmeksizin Adnan Menderes'in avukatlığını üstlendiler. Kolay iş değil. O zaman Adnan Menderes'e selam vermek cesaret isterdi. Avukat da kabul etmeyince babam çok üzüldü. Biz de üzüldük, para istiyor, para yok. Genç bir avukat falan bulalım derken zaten ölüm haberini aldık." diye konuşuyor.

"BABANIZ ÖLDÜ, NEREYE GÖMELİM"
Babasının ölüm haberini de Oktay, şöyle anlatıyor: "Biz okuldan eve geldik. Baktık bir kalabalık. Birçok kişi gelmiş, komşular falan. Askerler eve gelmişler. Öldüğünü söyleyecekler, annem öyle bir telaş yapmış ki çekinmişler söylememişler. Basına de demişler. Şimdi hasta demişler. Annem, 'hastaymış, iyi değilmiş, çok merak ediyorum, haber bekliyorum' dedi. Elleri buz gibi titriyor. Tabi okuldan geldik, bizim de asabımız bozuldu. Sonra birden bir telefon çaldı. Annem açtı telefonu; a, a dedi fenalık geçirdi. Bıraktı oraya yığıldı. Sonra halam geldi telefona: 'Yav bu böyle mi söylenir, ne biçim insansınız' dedi. 'Faruk Bey öldü, nereye defnedeceğiz' demişler. Böylece öğrenmiş olduk. Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi'nin morgunda, gidin alın cesedini demişler. Büyük abim, dayım gitti. Aman siz görmeyin dediler. Yara bere içinde; göstermediler."

"MENDERES VE BAYAR'DAN ATEŞ ET EMRİ ALDIĞINI SÖYLEMESİ İÇİN İŞKENCE YAPMIŞLAR"
Darbeden sonra Yüksek Soruşturma Kurulu ile Yüksek Adalet Divanı oluşturulduğunu dile getiren Oktay, Yüksek Adalet Divanının yargılamaları, Yüksek Soruşturma Kurulunun da Demokrat Parti'nin suçları hakkında materyal topladığını ifade ediyor.

En büyük suç olarak ise '200-300 tane öğrencinin cesedi nerde?' olduğunu belirten Oktay, "Yüzlerce dediler ya. Sorgulamalarda emniyet grubuna kötü muamele ediyorlar. Nerde bu ölüler diyorlar. Babam da ölü falan yok diyor. Sen öğrencilere ateş ettin. Ateş de etmedik. Ateş emri de yok. Ölü öğrenci de yok. Ölü öğrenci varsa bunların aileleri nerde; aile falan yok ki. Bunun üzerine sinirleniyorlar. Çünkü darbenin bir anlamı kalmıyor. Darbeyi niye yaptık; ölü yok. Bütün o yalanların hiçbiri çıkmıyor. Sen öğrencilere ateş etmedin ama Celal Bayar ve Adnan Menderes sana ateş et emri verdi, diyorlar. O dese ki evet bana ateş et emri verdiler; ben etmedim dese onları suçlayacak kendini kurtaracak. Babam da öyle bir insan değildi Allah'a şükür. Öyle bir şeyi kabul etmemiş. Ben emir de almadım ateş de etmedim demiş. Bunun üzerine işte işkence görüyor. Bizanslılardan kalma zindanlar var. 2009 yılında gittim. Dövüp dövüp oraya atıyorlarmış. Anılardan da öğreniyoruz; Yassıada'dan çıkıp gelenler de anlattı. Annem çok üzüldüğü için kısa kesiyorlardı." şeklinde konuşuyor.

"ASKERİ VESAYET 27 MAYIS 1960 DARBESİYLE YASALLAŞTIRILDI"
27 Mayıs 1960 darbesinin Türkiye için bir felaket olduğuna dikkat çeken Oktay, sözlerine şöyle devam ediyor: "Türk demokrasisinin rafa kalktığı, sözde demokrasinin yürürlüğe sokulduğu çok kötü bir dönemin başlangıcı oldu. Askeri vesayetin Türk demokrasisini kontrolü altına, eli altına aldığı bir tarihtir. Çünkü askeri vesayet 27 Mayıs'ta yasallaştırıldı, 1961 Anayasasıyla. Halk iradesiyle devlet arasında bir takım kurumları koydular. Milli Güvenlik Kurulu, Senato, Anayasa Mahkemesi. Atatürk'ün adını kullandılar, bunlar halka tepeden baktılar. Askerin kabul etmediği hiçbir kararı siyasetçiler alamadı yıllarca. Menderes'in Polatkan'ın, Zorlu'nun asılmış o fotoğrafları siyasetçilerin gözünün önünden gitmedi. Hep korktular. Zaten asker hep aba altından sopa gösterdi. 28 Şubat'a kadar geldi bu. Nihayet 2000 yılından sonra askeri vesayet ortadan kalkıyor. Ordu içinde cuntalar teşekkül ediyor. Bu cuntalar devleti ele geçiriyorlar, gasp ediyorlar. 200-300 tane subay çok büyük kötülükler yaptı. Askeri vazifesi memleketi düşmana karşı korumaktır."

27 Mayıs'ın arkasında İnönü ve CHP'nin bulunduğunun altını çizen Oktay, bunun açık seçik ortada olduğunu ve tartışılacak bir tarafı kalmadığını ifade ediyor. CHP'nin istemesi halinde o dönem idamları durdurabileceğini kaydediyor.

"DARBELERİN TEMELİNDE 27 MAYIS VAR"
Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, e-muhtıra gibi bunların hepsinin orijininde, temelinde 27 Mayıs olduğuna dikkat çeken Oktay, "Çünkü 27 Mayıs çok kolay bir şekilde gerçekleşti. 27 Mayıs'ı yapanlar, cezalandırılmadılar; bilakis ordu içinde çok önemli mevkilere geldiler ve bu da çok büyük cesaret verdi. Yassıada'da 'Allah'sız gardiyan' dediğimiz Tarık Güryay'ın emir subayları Teoman Koman, Akay Şakman. Yassıada'da büyük işkenceler yapıldı, çok kişi öldü. Hiç konuşmadılar. Teoman Koman Jandarma Genel Komutanı oldu, MİT Müsteşarı oldu. Şimdi 28 Şubat'tan tutuklu bulunuyor. Bir anlatsa Faruk Oktay'a ne oldu? 27 Mayıs cezalandırılmayınca ben burada 20 tane darbecik, darbe, müdahale sayabilirim. Devamlı asker müdahale etti. Böyle demokrasi olur mu? 1962'de Talat Aydemir olayları oldu. 1963'te yine Talat Aydemir olayları oldu. Sivillerin Cumhurbaşkanı adayı Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'di. Fakat Çankaya protokolü diye bir protokol verdi askerler. Dediler ki tek aday göstereceksiniz, o da Orgeneral Cemal Gürsel'dir. Onu seçeceksiniz dediler ve öyle seçildi. Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanlığı dayatmadır. Masaya yatırmak lazım, Cumhurbaşkanlığını iptal etmek lazım. Ondan sonra devam etti." diye konuşuyor.

"KOMİSYON DARBECİLERİ DİNLEDİ, BİZİ DİNLEMEDİ"
Meclis'te kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu'na da sitem eden Oktay, şunları söylüyor: "Ayhan Sefer Üstün'ün Emre Oktay'ı dinleyeceğiz diye bir ifadesi var. Biz de dinleyecekler diye çok memnun olmuştuk. Her hafta bekliyorduk. Sonra Darbeleri Araştırma Komisyonu kuruldu. Başına Nimet Baş geldi. Uzun süre çalıştı, biz hep bekledik. Ama darbecileri dinlemişler bizi dinlemediler. Numan Esin'i, Şefik Soyuyüce, Ahmet Er'i dinlemişler, Mustafa Kaplan'ı dinlemişler; Emre Oktay'ı dinlemediler. Bizi dinlemediler, anlatamadık bunları ve çok üzüldük. İçimiz burkuldu maalesef. Raporu vermişler."

"ANNEM, BABAMIN ÖLÜMÜYLE BİRLİKTE HEP YASTAYDI"
Babasının Yassıada'da işkenceyle öldürüldüğünün annesinden hep saklandığını anlatan Oktay, "Annemden bunlar saklandı. Yassıada'da kalp krizinden öldü olarak o kabul etti. Fakat hayata küstü tabi. Tam hayata küskünlüğün zirvesindeyken abim Ömer verem oldu. ve bir gün evde kan kustu, hemen alıp hastaneye götürdük. Abimin bu tehlikeli ölümcül hastalığı annemi hayata bağladı. Onu kurtarmak için dört elle doktorlara götürdü. İki oğlu Ömer, Emre'yi yetiştirmek üzere hayatın motivasyonunu elde etti. 1973'te kendisini de kaybettik. Hep böyle yasta olan bir insandı. Bir kalp krizi geçirdi ve öldü." şeklinde konuşuyor.

"DARBE SÖZCÜĞÜ BENDE DÜŞMANIN ÜLKEYİ İŞGAL ETMESİ ANLAMI UYANDIRIYOR"
Darbe sözcüğünün kendisinde 'düşmanın ülkeyi işgal etmesi' anlamını uyandırdığını dile getiren Oktay, demokrasinin ortadan kalkmasının bir zelzele, bir afet olduğunu vurguluyor. 1960 darbesinin iyi olduğu yönündeki görüşler için ise Oktay, "Darbenin iyisi, kötüsü; bu çok yanlış. Benim darbem senin darben diye bir şey olmaz. Aklı başında solcular, hiçbir zaman 1960 darbesini savunmamaları gerekir. Çünkü 1960 darbesi neresinden bakarsanız bakın tamamen faşizan bir darbe. Neresini savunuyorlar? Türkiye'de solu zaten merkez sağ yapıyor. Halka vermek, halka inmek demek; öyle bir şey yok ki. Mesela bakıyorsunuz ben solcuyum diyen bir partiye, sosyetik bir parti oluyor. Böyle bir şey değil ki solculuk." değerlendirmesinde bulunuyor. [[Hasan Emre OKTAY & 25 Mayıs 2013 Cumartesi]]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder