30 Kasım 2017 Perşembe

DÖNEM ÜZERİNDEN YÜRÜTÜLEN NEGATİF KAMPANYALAR, YALAN-İFTİRA, SANSASYON VE SPEKÜLÂYON FURYASINA CEVAP YERİNE KAİM BİR ÇALIŞMA: "TÜRKİYE NATO’YA (KUZEY ATLANTİK PAKTI'NA) NEDEN?.. VE NASIL?.. GİRDİ?"

TÜRKİYE NATO’YA NEDEN VE NASIL GİRDİ?
Hasan Emre OKTAY 
NATO’nun Norveç’te düzenlediği komuta kontrol amaçlı Trident Javelin adlı tatbikatta, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğraflarının düşman taraf, dolayısıyla hedef olarak gösterilmesi skandalı üzerine, Türkiye tatbikata katılan 41 askerini geri çekti.

Tüm vatandaşlarımızı çileden çıkaran bu olay üzerine Türk basınından, muhalefetten ve hükümetten büyük tepki geldi. Bu tepkiler üzerine ‘NATO, Norveç Ortak Harp Merkezi Komutanlığı’ yetkililerince Türkiye’den özür dilendi, bu nankör kumpası organize eden NATO görevlileri işten uzaklaştırıldılar. Ancak bu olay bardağı taşıran son damla mahiyetindedir. Artık Türkiye Cumhuriyeti, son derece haklı olarak NATO’daki varlığını sorgulama ve NATO’dan hızla kopma sürecine girmiştir. Zira 27 Mayıs 1960 Darbesi felaketi dâhil tüm darbelerin arkasında NATO’nun olduğu belgeleri ile ortaya çıkmıştır. Ayrıca Türk Savunma Sanayiinin 10 yıllar boyu süren bağımlılığının arkasında da NATO vardır. NATO bir yerde ABD demektir. ABD ise 15 Temmuz Darbe girişimin müsebbibi Fetullah Gülen’i, darbede yaşamını kaybeden 250 şehidimize, 2.000 gazimize rağmen ki bunların önemli bir kısmı malul gazidir, sırça köşkte prensler gibi yaşatmaktadır. Gönderilen sandıklar dolusu belgeleri değil okumak, eline bile almamışlardır. Şimdi de büyük bir pişkinlik ile Rıza Sarraf davası ile ekonomik olarak Türkiye’yi sıkıştırmaya hazırlanmaktadırlar. Bu davanın sonunda, büyük bir olasılıkla Türkiye’ye karşı ya bir ambargo, ya da milyar dolarlık tazminat talebinde bulunacaklardır.

ABD ve NATO ülkelerinden paramızla kendimizi savunmak için silah alma talebinde bulunduk, asla kabul etmediler. Bulgaristan’a, Hırvatistan’a ve birçok ülkeye kolaylıkla sattıkları silahları Türkiye’den titizlikle esirgediler. Bizde Rusya’dan S 400 füzelerini, teknolojisi ile birlikte almaya kalkınca da çılgına döndüler. Kısaca ifade edecek olursak görünen köy kılavuz istemez, ne NATO, ne ABD Türkiye’ye dost değil hatta düşman gibi davranmaktadır.       

Bu satırları kaleme almamın amacı NATO’ya giriş sebebimizin aydınlatılmasıdır. Zira Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Her olay meydana geldiği dönemdeki şartlarla değerlendirilmelidir.

CHP muhalefeti NATO skandalını üç gün boyunca eleştirdi ve sonra mutat üzere tekrar eleştiri oklarını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Ak Parti hükümetine çevirdi. Sanki Atatürk ile Erdoğan’ın birlikte hedef gösterilmeleri bir Ak Parti tezgâhı imiş gibi tuhaf yaftamalar yapıldı ve bu eleştiri okları 1952 yılı rahmetli Menderes dönemine kadar uzandı. Birkaç televizyon programında da izledim, bizi NATO’ya sokan Menderes’tir. Menderes bu eylemi ile kendi dâhil birçok faili meçhule neden olmuştur gibi bilgi eksikliğine dayanan yanlış ifadeler kullanıldı.

O halde ‘önce bilgi sonra fikir’ diyelim ve NATO’ya bizi rahmetli Adnan Menderes’in nasıl ve niye soktuğunu kısaca irdeleyelim.

Yıl 1946, Tek Parti CHP dönemi, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 10 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinden aktarıyorum,

“Dört gün süren ve halkımızın kalbinde pek tatlı hatıralar bırakan ziyaretlerinden sonra dost Amerikalı denizciler dün sabah saat ondan sonra limanımızdan ayrıldılar… Gemilerin geldiği Cuma gününden beri adeta bir bayram yerini andıran şehir, misafirlerini aynı şevk ve heyecanla uğurluyor. Beylerbeyinden, Üsküdar’a, Beşiktaş’tan Sarayburnu’na kadar bütün sahiller kadın, erkek, çoluk çocukla dolu. Bu yalnız bir devletin diğer devlete karşı gösterdiği dostluk değil, bütün bir milletin diğer bir millete karşı duyduğu kardeşçe hislerin en samimi ve en canlı tezahürüdür. Bu gün İstanbul halkı için başlıca iş dört günden beri başımızın değil, kalbimizin üstünde taşıdığımız misafirlerimizi aynı konukseverlikle uğurlamaktır… Misafir gemicilerin şehre çıkış noktası olan Dolmabahçe Meydanı sabahın yedisinden itibaren dolmaya başlıyor. Misafirlerin İstanbul2da kaldıkları kısa müddet içinde edindikleri dostları kendilerine hediyeler getirmişler. Türk gazeteciler de misafir meslektaşlarına hediyeler hazırlamışlar… Denizyolları idaresi dost Amerikan denizcilerini İstanbul halkının daha rahatça uğurlayabilmesi için hususi vapurlar tahsisi etmiş. Amerikan kolejine ayrılan Moda vapuru Kabataş’tan, Üniversiteye ayrılan Şuvat yolcu salonu önünden, Ülev ile 68, 75 ve 76 numaralı vapurlar Galata rıhtımından 65 numaralı vapur Üsküdar’dan, Göztepe de Kadıköy’den saat tam 9,30’da hareket ediyorlar. İstanbul halkının Amerikalı denizcileri ne kadar sevdiğini anlamak için bu vapurları dolduran kalabalığı görmek kâfi… Bu sırada Providence demir alarak Sarayburnu’na doğru ilerliyor, onu Power muhribi ile dostlarımızı Çanakkale açıklarına kadar teşyi edecek olan torpido muhriplerimiz takip ediyor… Dünyanın en büyük harp gemisi Yavuz’un önünden geçerken bandomuz Amerika milli marşını çalıyor ve denizciler flamalarla selamlaşıyorlar… Sahillerde biriken halk, gemileri hararetle alkışlıyor, hayırlı yolculuklar temenni ediyor. Denizyolları vapurları Sarayburnu ve Selimiye önlerinde bekliyor, içerlerindeki kalabalık, harp gemileri geçerken mendiller sallıyor ve uğurlar olsun, güle güle diye sesleniyor… Gemiler Sarayburnunu dönünce Missouri kefilenin başına geçiyor. Providence , Power ve bizim harp gemilerimiz onu takip ediyorlar. Denizyolları vapurları kafilenin iki tarafından gidiyorlar. Sirkeci’den Yeşilköy’e kadar uzanan sahiller aynı heyecanlı kalabalıkla dolu. Misafirlerimiz müthiş bir alkış tufanı arasında İstanbul’u arkalarında bırakıyorlar… Yeşilköy açıklarında Denizyollarının on vapuru düdük çalarak dostlarımızı selamlıyor ve dönüyorlar. İki kardeş milletin yeryüzünde ebedi barışı kurmaktan başka gayesi olmayan donanmalarına mensup gemiler bir gelin alayı halinde Marmara’nın berrak suları üzerinde yavaş yavaş uzaklaşıyorlar… Yolunuz açık olsun dostlarımız”

İnanılır gibi değil, değil mi?
Şimdi bu tezahüratın nedenini anlamak için İkinci Dünya Savaşının bitimi olan 1945 yılından itibaren gelişen olayları kısaca hatırlayalım.

19 Mart 1945, Türkiye Moskova Büyükelçisi Selim Sarper ve Başkâtip Adnan Kural Rus Dışişleri Bakanı Molotof tarafından çağrılırlar. Savaş bitmek üzeredir ve Rusya galip tarafta bulunmaktadır. Türkiye, Almanların yenileceği anlaşıldığı halde, sizde savaşa dâhil olun, savaş daha çabuk bitsin ve daha az insan ölsün gibi ısrarlara rağmen İnönü’nün çekimser politikaları yüzünden bir türlü savaşa girmemiştir. Girse Türkiye de savaş galipleri arasında yerini alacaktı. Ancak Türkiye, silahlar bırakıldıktan sonra sembolik olarak Almanya’ya savaş ilan etmekle yetinmiştir. İnönü Dönemi kitabımızda bu konuyu ayrıntılı olarak irdeledik.

Muhtemelen Selim Sarper’in aklına çağrılmalarının sebebi olarak,  süresi bitmek üzere olan, 17 Aralık 1925 tarihli ‘Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’ gelmiştir. Birinci Dünya Savaşında, Sarıkamış felaketinden sonra Rusya Doğu vilayetlerimizi işgal etmiş, Erzurum’a kadar topraklarımıza girmiştir. Ancak 1917 yılında Rusya’da Bolşevik İhtilali başlar ve iç çatışmalar dolayısıyla Rusya topraklarımızdan çekilir ve Anadolu’da bir süre sonra başlayacak milli mücadeleyi destekler. Zira İngilizler ’in Doğu bölgelerimize hâkim olmasını kendi güvenlikleri bakımından istemezler. Daha sonra da Türkiye ile söz ettiğimiz 1925 Dostluk ve Tarafsızlık anlaşması, Türkiye adına Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve SSCB Dışişleri Halk Komiseri Jorj Çiçerin tarafından Paris’te imzalanır. Anlaşmaya göre, taraflardan biri askeri saldırıya uğrarsa diğeri tarafsız kalacak, iki taraf birbirlerine saldırıda bulunmayacak ve karşı tarafın aleyhinde hiç bir ittifaka girmeyecektir. Sonradan bu anlaşma 17 Aralık 1929’da Ankara’da, 30 Ekim 1931’de yine Ankara’da, 7 Kasım 1935’de tekrar Ankara’da yapılan protokollerle üç defa uzatılmıştır ve son uzatma 10 yıl içindir. Son protokole göre, eğer anlaşmanın bitiminden 6 ay önce, yani 7 Mayıs 1945’e kadar taraflardan biri herhangi bir itirazda bulunmazsa anlaşma iki yıl daha yürürlükte kalacaktır. 7 Mayıs uzatma protokolü esas alındığında, anlaşmanın bitimine 8 ay vardır.

Molotof, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Selim Sarper’e diplomatik bir lisanla SSCB olarak, Türkiye ile yapılmış olan17 Aralık 1925 tarihli tarafsızlık ve dostluk anlaşmasını fesh ettiklerini bildirir. Molotof, gerekçe olarak da anlaşmanın çok eskidiğini belirtir. Molotof, savaş sonrası değişen dünyada artık bu anlaşmanın anlamının kalmadığını ifade eder. Ona göre, anlaşma ya feshedilmeli ya da yeni şartların ışığında iyileştirilmelidir. 

Paris Anlaşması Birinci Dünya Savaşı döneminde Sovyet Rusya ile yapılan 3. Anlaşmadır. İlk anlaşma hemen savaş sonunda 3 Mart 1918’de yapılan ‘Brest-Litovsk Barış Anlaşması’dır. Osmanlı Hükümeti, Sovyet Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile birlikte imzalanan bu anlaşmanın Osmanlı devletini ilgilendiren dördüncü maddesine göre, Sovyet Rusya işgal etmiş olduğu Doğu Anadolu’yu tahliye ederek Osmanlı Devletine iade edecektir. Bu anlaşmadan 3 sene sonra 16 Mart 1921’de Sovyetler Birliği ile Türkiye Moskova Anlaşmasını imzalarlar. Bu anlaşma, iki devlet arasındaki hududu saptamıştır. Anlaşmaya göre Batum Sovyet Rusya’da, Kars, Ardahan Türkiye’de kalacaktır.

Brest-Litovsk anlaşması ile güya hudutlar sorunu bitmişti. Ama şimdi Molotof gururla sınır sorununu tekrar raftan indirmiştir. Ayrıca alınan duyumlara göre Sovyetler Birliği, Boğazların statüsünü tayin eden 1936 tarihli Montreux Anlamasından da memnun değildir.

Ankara’ ya dönen Selim Sarper Molotof’un deklerasyonunu, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine bildirir. Ancak İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’in o dönemlerle ilgili anlatımlarından anladığımıza göre, ‘ülkede dış politika sahası hala sıkı bir kayıtlamanın altındaymış.’ Devletin kontrolünde olan Anadolu Ajansından başka, diğer gazeteler hiçbir şey yazamamaktalarmış. Dış basında yayımlanan her haber, sadece Anadolu Ajansı vasıtasıyla verilebilmekteymiş. Dolayısıyla yine Metin Toker’e göre, 1945 yılı ile ilgili gazeteleri karıştıran araştırmacılar Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye karşı tutumu hakkında fikir sahibi olamazlarmış. Hâlbuki Türkiye son derece ciddi, tehditkâr bir durumla karşı karşıyadır.

Sovyet Rusya’nın Molotof’un ağzından Selim Sarper’e ifade ettiği deklerasyonunun, bu günkü
ABD’nin, FETO, PKK, YPG konusunda Türkiye’ye karşı aldığı tavırdan pek de farkı yoktur.  PKK’nın Suriye’deki kolu olan YPG’ye 3500 TIR dolusu silah, hatta ağır silahları DAEŞ ile savaşıyor bahanesiyle veren ABD, DAEŞ’in işi bittiği halde hala silah sevkiyatına devam etmektedir. Anlaşılan ABD, tarumar ettiği Irak ve Suriye’de YPG ve PKK teröristlerini kullanarak Türkiye’ye karşı bir ordu oluşturmakla meşguldür. Son Trumb-Erdoğan konuşmasında, Trumb silah sevkiyatını artık yapmayacaklarını söylemiş. Söylemiş de zaten giden silah gitti. Bu silahlar ne olacak? Son gelen haberlere göre, YPG’ye verilen silahların bir kısmını ABD geri alacakmış, inşallah diyelim. Soçi’deki Türkiye, İran, Rusya işbirliği ABD’yi hayli rahatsız etmişe benziyor. Tekrar konumuza dönelim.

4 Nisan günü, Türkiye Hariciye Vekili Hasan Saka, SSCB’nin Ankara’daki Büyükelçisi Vinogradof’a Türkiye’nin mukabil deklarasyonunu bildirir.

“…Türkiye Cumhuriyeti Türk-Sovyet dostluğuna bunca değerli hizmetler yapmış olan adı geçen anlaşmaya verdiği kıymeti belirtmek ister. Cumhuriyet Hükümeti Sovyet Hükümetinin vadesi biten bu anlaşmayı her iki tarafın bugünkü menfaatlerine daha uygun ve ciddi iyileştirmeler ihtiva edecek başka bir anlaşma ile değiştirmek telkinini müsait karşılar ve bu maksatla kendisine yapılacak teklifleri gereken bütün dikkat ve iyi niyetle incelemeye hazır bulunduğunu bildirmekle şeref duyar.”

Cevap deklerasyonu ne kadar soğukkanlı ve iyimser bir üslup içerse de, ilgili devlet kademelerinde bir telaş başlamıştır bile. Zira Sovyet Rusya, Ermenistan’ı, Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine katarak doğu sınırımıza dayanmış vaziyettedir. Bir taraftan da Doğu Avrupa’da işgal ettiği Polonya’dan çıkmamış, Macaristan, Bulgaristan, Çekoslovakya’ya, Asya’da Türki devletlere rejimini ithal etmek, dolayısıyla bu ülkeleri Sovyetler Birliğinin bir uydusu haline getirmek çabasındadır. Özel sektörün ilga edildiği, her kuruluşun devletleştirildiği, dinin afyon telakki edilerek yasaklandığı, ateist Marksizm’e dayanan Sovyet rejimi şimdi de Türkiye Cumhuriyetini gözüne kestirmiş görünmektedir.

Zaten, 16-26 Aralık 1945 tarihinde Moskova’da düzenlenmiş olan dışişleri bakanları konferansında, Stalin yaptığı konuşmada, Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik toprak ve Boğazlarda üs taleplerini açıkça ifade etmiş durumdadır. Alman Nazilere karşı Rusya ile müttefik olan ABD ve İngiltere dışişleri bakanları da bu toplantıya katılmışlar. Toplantının tutanaklarında, Stalin’in bu saldırgan talepleri bulunmaktadır. Bu belgeler, ‘Foreign Relations Of The United States. Diplomatic Papers’ adlı yayın (FRUS) içerisinde kamuoyuna açılmış. Belgelere göre,

“Toplantıda önce Bakü petrolleri ve İran konuşulmuş, daha sonra Türkiye ele alınmış. Stalin İngiliz Dışişleri Bakanı Bevin’e, Boğazların yönetiminin sadece Türkiye’ye bırakılamayacağını, Boğazlarda bir Sovyet üssü kurulmasının şart olduğunu söylüyor ve Türkiye’nin Doğusundaki Kars ve Ardahan’ın tıpkı Batum gibi Sovyetler Birliği sınırlarına katılması gereğinden bahsediyor. Sebep olarak da bu iki vilayetimizi Türkiye’nin işgal ettiği topraklar olarak gösteriyor. 1921 Kars ve Moskova anlaşmaları öncesi sınıra geri dönülmesini istiyor. O dönemde ihtilalin getirdiği iç çatışmalardan dolayı Sovyet yönetiminin zayıf olduğunu ve Türkiye’nin bundan istifade ederek Lenin’i ikna ederek Kars, Ardahan’ı bir nevi işgal ettiğini ve bu haksızlığın giderilmesinin gerektiğini ileri sürüyor. ”

Hatırlanacağı üzere, 1870'ten itibaren Çarlık Rusya’sının denetimine giren Kars ve Ardahan, Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk ve Lenin yönetimlerinin mutabakatı sonucu 1921 Kars ve Moskova antlaşmalarıyla geri alınmıştı. Tutanaklara göre toplantıda, İngiltere Dışişleri Bakanı Bevin Boğazlar konusunda karasız gibidir. Zira Bevin Stalin’e evet Boğazlarda bir Sovyet üssü kurulması konusu daha önce konuşulmuştu, diyor ve Stalin’de Boğazlar ’da üs isteklerinin sürdüğünü söylüyor.  

Aziz Dostlar görüldüğü gibi tek dişi kalmış bu canavarlar, koskoca Osmanlı İmparatorluğunu aç kurtlar gibi paramparça ettikleri yetmiyormuş gibi, gözlerini hala Türkiye Cumhuriyetinin güzel coğrafyasının, güzel topraklarına dikmişlerdir.

Gerçekte, Molotof, Sarper’e ne kadar diplomatik bir dille 1925 anlaşmasını fesh ettiklerini ifade etse de, takındığı maskenin arkasındaki görüntü dehşet vericidir.    
 
Yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyetinin o zamanki imkânları ile Sovyet Rusya ile baş edebilmesi mümkün değildir. Çare olarak bir taraftan İngiltere ve ABD’ye hissedilir bir yakınlaşma da başlamıştır.  Ancak Sovyetler Birliği Boğazların kontrolü ve idaresi işini bir Karadeniz meselesi olarak görmekte ve hatta Montrö (Montreux) anlaşmasında Karadenizli olmayan tarafların imzasının bulunmasını yadırgamaktadır. Boğazlarda üs kurma işini Türkiye ile karşılıklı olarak kolaylıkla halletmek istemektedir. Nitekim Sovyet Rusya Türkiye’ye baskı yapmaya başlarken, İngiltere, ABD gibi ülkelerle iyi geçinmeye de dikkat etmektedir. Yani günümüzde 2017 yılında ABD’nin Türkiye’ye karşı sürdürdüğü düşmanca tutumu, o günlerde Sovyet Rusya üstlenmiş görünmektedir.

Ancak Sovyetler birliği ne kadar ABD’ye yakınlaşmak istese de, uygulamakta olduğu yayılmacı politikaları büyük tedirginlik yaratmaktadır.  Ayrıca Sovyetler Birliği hem kantite hem de kalite itibariyle askeri gücünü hararetli bir şekilde arttırma yoluna girdiği de gözlerden kaçmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonunda Rusya’nın da kayıpları ağır olmuştur, şehirleri harap olmuş, yolları, fabrikaları yıkılmıştır. Ama tüm bunlara rağmen Sovyet Rusya nerdeyse bütün gücünü işgaller yapabilecek bir ordu oluşturmaya harcamaktadır.  Soğuk Savaş dönemi başlamak üzeredir.

Haziran ayı içinde Rusların girişimleri somutlaşmaya başlar. Haber 26 Haziran’da BBC tarafından dünya kamuoyuna açıklanır.  Sovyetler Birliği Boğazların idaresinde imtiyazlı mevki istemektedir. Ayrıca 1921’de Türkiye’ye terk edilen Kars ve Ardahan’ın da iadesini talep etmektedirler. Sovyet Rusya taleplerinin hemen ardına, kendine göre uydurduğu gerekçeleri sıralamaktadır. Onlara göre, esas amaçları Karadeniz’in güvenliği. Bu günkü rejimle Türkiye Boğazları Sovyetlere kapayabilir, Sovyetlerin düşmanlarına açabilirdi. Sovyetler Birliği bu sistemin devamına güvenlikleri açısından izin veremezmiş. Ruslar taleplerinde iyice Türkiye’nin iç işlerine karışmaktadırlar. Zira Türkiye’de daha demokratik ve daha temsili bir Türk hükümeti kurulmasını da arzuladıklarını belirtiyorlar.

Türkiye Sovyetler Birliğine verdiği cevaplarda, Rusya’nın somut isteklerine hiç değinmeden, sadece 1925 anlaşmasının iyileştirilmesi ve iyi ilişkilerin sürdürülmesi şeklinde ifadelerde bulunmaktadır. Ancak gerçekte, Sovyet Rusya’nın talepleri Türkiye’nin üzerine tam bir kâbus gibi çökmüştür. Bu ortamda Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ile Türkiye Dışişleri Bakan Vekili Nurullah Esat Sümer arasında bir konuşma cereyan eder. Rahmetli Sümer, Büyükelçi Vinogradof’a sormuş, ‘Bu kadar geniş topraklara sahip olan Sovyetler Birliği hala niye toprak istiyor?’  Cevap hem tuhaf, hem öfkelendiricidir, ‘Ek toprağa ihtiyacı olan Sovyetler Birliği değil, Ermenistan Sosyalist Cumhuriyeti pek ufak, toprağa muhtaç’

17 Temmuz 1945 günü Berlin’de Potsdam Konferansı’nın çalışmaları başlar. Savaşın üç büyük galibi ABD adına Başkan Truman, Sovyetler Birliği adına Mareşal Stalin, İngiltere adın Başbakan Churchill konferansta bir araya gelmişlerdir. Boğazlar meselesinin bu konferansta konuşulacağı kesin gibidir. Dolayısıyla Türkiye’nin gözü, kulağı Berlin’dedir. Sarper-Molotof görüşmesinden sonra ki, gelişmeler muvacehesinde İngiltere Türkiye’ye daha yakın bir tutum sergilemiş ama ABD kararsız bir izlenim vermiştir. Dünya Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılmak üzeredir. Batı’nın lideri ABD’dir. Dolayısıyla Postdam’da ABD’nin özellikle Boğazlar konusundaki tutumu, yaşamsal derecede önem kazanmış vaziyettedir.


Çok ilginç ve üzücüdür. O dönemle ilgili anıları okuduğumuzda öğreniyoruz, tıpkı bugün olduğu gibi bir takım çevreler ‘canım Rusya’nın talepleri de o kadar kötü değil, nasıl olsa onlarla başa çıkamayız, bu taleplerin hiç olmazsa bir kısmını kabul edelim’ gibi kendi rahatlarını düşünüp, Sovyet Rusya’ya boyun eğme taraftarı oluvermişler. Bu günde sayıları az da olsa hain ve korkak karakterli kişilerin Güney Doğu’yu kolaylıkla gözden çıkardıklarını unutmayalım. Hâlbuki Allah korusun Güneyimizde toprak kaybetsek akabinde yeni talepler gelecektir. O tarihte Sovyet Rusya’nın gerçek niyeti, Türkiye’yi Polonya yapmaktır.  Şüphesiz ki, İngiltere veya ABD’nin Türkiye’nin yanında olması demek tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi pastayı tamamen Rusya’ya kaptırmamak içindir.

Postdam kongresi devam ederken Türkiye çok endişelidir. Zira Sovyet Rusya, Romanya ve Bulgaristan’a yığınak yapıyor, bir taraftan da Moskova’nın sesi radyosu sürekli komünizm propagandalarına başlamıştır. İleriki tarihlerde bu tür radyoların CIA faaliyeti olduğu falan ileri sürülecektir. ABD de, İngiltere de Boğazlardan Karadeniz de kıyısı olan ülkelerin savaş gemilerinin serbestçe geçmesi taraftarıdır. Ruslar ise Süveyş kanalı nasıl İngilizlerin, Panama Kanalı da nasıl ABD’nin hâkimiyeti altındaysa, Boğazların da Sovyetlerin hâkimiyeti altında olmalıdır, düşüncesinde direniyorlardı.  Ayrıca 1921 Anlaşmasından yakınıyorlar, biz ihtilalimiz yüzünden iç işlerimizle uğraşırken ve zayıf düşmüşken Türkiye Sovyet Ermenistan’ının ve Sovyet Gürcistan’ının birer parçasını koparmıştır gibi garip iddialarda bulunuyorlardı. Boğazlarda ise Türk askeri üslerine ilaveten, Sovyet askeri üslerinin kurulması, Karadeniz devletlerine karşı saldırgan maksatlarla başka devletler tarafından Boğazların kullanılması tehlikesinin önlemesi bakımından şarttır, diyorlar ve Boğazların kontrolünü tamamen Türkiye’ye veren 1936 Montrö ( Montreux) anlaşması fesh edilmelidir dibi görüşler dile getiriyorlardı.

Saldırgan Sovyet devleti adeta bir melek gibi tavırlar içine girmiş, mağdur edebiyatı yaparak Türkiye’den yakınmaktadır. Sonuçta ABD ve İngiltere, Sovyetlerin Boğazlarda askeri üs kurmasına yanaşmasalar da tüm ticari ve askeri gemilerin Boğazlardan serbestçe geçebilmeleri (seyrüsefer) görüşünde olduklarını belirtirler.  Bu durumda Montrö anlaşmasının tadil edilmesi gerekiyordu. Ancak Stalin bu görüşe karşı çıkar. Ona göre, eğer Panama, Süveyş dâhil bütün su geçitlerine seyrüsefer serbestliği getirilirse, Boğazlar ile ilgili görüşlerine katılabileceklerini ifade eder. Ancak henüz Türkiye’nin görüşünü almak konu bile edilmemiştir. Uzun tartışmalardan sonra Postdam Konferansının sonuç bildirgesi yayımlanır.  Bildirgede Türkiye ile ilgili bölüm şöyledir,

“Üç Hükümet, günün şartlarına artık uymadığından dolayı, Montrö’de imzalanmış Boğazlar sözleşmesinin tekrar gözden geçirilmesini kabul etmiştir. Bundan sonraki safhada boğazlar konusu her 3 hükümet ile Türk hükümeti arasında doğrudan doğruya yapılacak görüşmelere konu olacaktır. “

Bu bildirgeye göre de Türkiye zor durumdadır. Zaten Lozan ve Misak-ı Milli konusu pek tatminkâr değildir. Bu yüzden de Montrö anlaşması yapılmıştır. Ancak şimdi Montrö anlaşmasının da ya tadili ya da feshi söz konusudur.  Eğer Türkiye İkinci Dünya Savaşına, Almanların yenileceklerinin belli olduğu iyi bir zamanlama ile katılsaydı, gıyabında yapılan toprakları ile ilgili üç süper gücün pazarlıklarına büyük bir olasılıkla muhatap olmayacaktı. Belki de Postdam’da masalardan birinde Türkiye temsilcisi de oturacaktı. Ayrıca eğer Türkiye askeri bakımdan yeteri kadar güçlü olsaydı, bu pazarlıklar yine yapılamazdı. Hani derler ya orman kanununa göre, güçlü zayıfı yer. Bu kanun asla sadece ormanda geçerli değildir. Şekil değiştirmiş, diplomatik bir kibarlığa büründürülmüş bir şekli ne yazık ki insanlar, topluluklar ve devletlerarasında da geçerlidir.

Türkiye için iki şans vardır. Birincisi savaş yorgunu, galip gelse de savaştan perişan çıkmış ülkelerin bıkkınlığı ve savaştan çekinmeleri, ikincisi de yayılmacı politikalar izlemeye başlamış olan Sovyet Rusya’nın yayılmacılığını, kendi güvenliği için durdurmak isteyecek kapitalist ABD’nin Türkiye’nin yanında yer alması.  Nitekim ortaya çıkan durumdan son derece tedirgin olan Türk hükümeti ABD’ye ve İngiltere’ye durumu, görüşlerini anlatan bir nota verir. Nota’ ya göre, Sovyetlerin Boğazlar üzerindeki talepleriyle, Kars ve Ardahan üzerindeki talepleri aynı meselenin bağlantılı parçalarıdır. Bunlar birbirinden ayrı mütalaa edilemezler. Çünkü tehdit edilen hem Türk bağımsızlığı, hem de Türkiye’nin toprak bütünlüğüdür.

Baştan beri çekimser, sessiz görünen ABD’yi, kendi geleceğini de işin içine sokacak gibi görünen bazı gelişmeler, aniden canlandıracaktır. Şöyle ki, Boğazların tarafsızlaştırılması veya beynelmilelleştirilmesi Birleşmiş Milletler içinde, Panama ve Süveyş kanalları içinde aynı işlemin yapılmasına yol açacaktır. Ayrıca Boğazlar meselesi esas mesele değildir. Zira bir savaş esnasında Girit’te üslenecek bir hava kuvveti Boğazları Rusya’ya derhal kapatabilir. Bu bağlamda Boğazlar ’da Rusya’nın üssü olması veya olmaması önemli değil. O halde esas mesele Türkiye’nin iç rejimini değiştirmektir. Sovyetlerin Baltık’tan Karadeniz’e kadar kurdukları zincirde Türkiye Sovyet rejimi ile yönetilmeyen tek farklı ülkedir. Türkiye’de kurulacak dost bir Sovyet rejim zaten Boğazların kontrolünü otomatik olarak Sovyet Rusya’ya verecektir. Hepsinden önemlisi Türkiye’deki bu rejim Türk-İngiliz-ABD ittifakını kısaca Ortadoğu’daki batı tesirini sonlandıracaktır.

Nihayet ABD tarafı gerçekleri görmeye başlamıştır. Nitekim 2 Kasım günü Wilson Dışişleri Bakanı Hasan Saka’ya ABD’nin Montrö sözleşmesi ile ilgili görüşlerini bildirir. ABD’ye göre, Boğazlarda tarafsızlaştırılma yoktur. Türkiye Boğazların bekçisi olmaya devam edecektir. Ancak Türkiye, harp zamanında Boğazlardan Sovyet savaş gemilerinin geçişini kabul edecektir. Montrö sözleşmesinin gözden geçirilme süresi de 1946’dır zira sözleşme 1936’da imzalanmıştır. 1946’da bu amaçla bir komisyon toplanırsa, ABD’de memnuniyetle katılacaktır.

Hükümet çevrelerinde büyük bir ferahlama yaratan ABD’nin görüşleri, aynı zamanda Türk notasına da cevaptır ve İngiltere ile Sovyet Rusya’ya da bildirilir.  Ancak Sovyet Rusya taleplerinden vaz geçmez. Nitekim 7 Kasım’da,  Sovyetler Birliği tarafından 1925 anlaşmasının sona erdiği Türkiye’ye bildirilir. Artık Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ne dostluk ne de saldırmazlık anlaşması vardır.

1946 Ekim ayında Rus birlikleri Balkanlarda tatbikatlara başlar. Kafkaslara da yeni tümenler gönderilmiştir. Türkiye’de ciddi bir endişe varken, İngiltere ve ABD’nin de telaşa kapıldığı kayıt altındaki yazışmalardan anlaşılıyor.  Bu arada Sovyet Ermenistan’ın kapıları Türkiye’deki Ermenilere açılır ve tanınmış iki Gürcü Profesör Doğu Anadolu topraklarını Gürcü toprağı ilan eden bir makale yayımlarlar. Çankaya’da uykusuz geceler başlamıştır.

Dış tehditlerin yarattığı bu ürkütücü atmosfer devam ederken, Türkiye Cumhuriyetinde önemli olaylar gerçekleşmeye başlar. Üçüncü Dünya Savaşını demokrasi ile idare edilen, seçimle iktidarların değiştiği, İngiltere, ABD, Fransa gibi liberal düzene sahip ülkeler kazanmıştı. Kaybedenler ise Führer Hitler’in Almanya’sı, Duçe Musolini’nin İtalya’sı ve İmparatorun Japonya’sı idi.  Kazananlar arasında bir Sovyet Rusya anti-demokratik tek parti Komünist Partisinin yönetiminde, Stalin’in tek adamlığında bir rejime sahipti ve bu Rusya gözünü Türkiye’ye dikmişti. Türkiye’de Tek Parti CHP, Milli Şef İsmet İnönü yönetimi vardı. Ayrıca Milli Şef İsmet İnönü partinin değişmez genel başkanı idi. Bir nevi şef anlamındaki Führer, Duçe yönetimlerinden pek farkı olmayan Milli Şef yönetimi ile batıya yaklaşmak mümkün değildi. Fakat böyle bir yaklaşım da Sovyet Rusya yüzünden, artık zorunlu hale gelmişti.

Türkiye’nin durumunun vahametini anlayan İsmet İnönü’nün izniyle, Mayıs 1946 yılında toplanan CHP Olağanüstü İkinci Genel Kurultayında Milli Şeflik payesi kaldırılır. Böylece bu tarihten itibaren CHP Genel Başkanları seçimle tayin edilecektir. Ancak tek parti düzeni asla demokratik bir düzen olarak kabul edilemezdi. Daha önce Atatürk döneminde 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkaları kurulmuş ancak hemen kapatılmıştı. Meclisimizde İsmet Paşa yönetimine karşı en ufak bir muhalefet yapmak cesaret işiydi. Nihayet milletvekilleri arasından dört cesur adam çıkar ve tarihimize ‘Dörtlü Takrir’ adı ile geçen bir takrir (önerge) ile hükümeti eleştirirler. Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü takrirlerinde hükümetin Meclis tarafından denetlenmesini talep ederler ve demokratikleşme, liberalleşme taraftarıdırlar. Eleştiriye hiç alışık olmayan CHP Tek Parti Hükümeti bu takrire Menderes Koraltan ve Köprülü’yü partiden ihraç edecek kadar büyük tepki gösterir. Bayar da önce milletvekilliğinden sonra da kurucularından olduğu CHP’den istifa eder. Bu dört cesur adam daha sonra Demokrat Partiyi kurarlar. Temmuz ayında da 1946 genel seçimleri yapılır. Seçimler son derece şaibelidir. Açık oy, gizli tasnif gibi tuhaf bir yöntem kullanılmış, DP’nin kazanması kesin olan yerlerde sandıklar tahrip edilmiş ve sonuçta CHP, İsmet İnönü güya seçimle iktidarını sürdürmüştü. 1946 seçimleri ülkedeki huzuru bozar, ciddi bir hoşnutsuzluk havası tüm ülkeyi kaplar. Ancak birdenbire çok önemli bir haber bir bahar havası yaratır.

ABD’nin Missouri zırhlısı İstanbul’u ziyaret edecektir. Missouri savaş sonunda Japonya’nın tesliminin imzalandığı dev bir savaş gemisidir. Missouri’ye Providence savaş gemisi de eşlik etmektedir. Makalemizin başında Cumhuriyet gazetesinden aktardığımız Missouri’yi uğurlama şenlikleri işte bu ziyaret sonunda yaşanmıştır. Zira ziyaret çok önemlidir, açık seçik Sovyet Rusya’ya bir gözdağı verme amacındadır. ABD Türkiye’nin arkasında biz varız demek istemektedir. Ayrıca bu ziyarette önemli bir jest de vardı. Türkiye’yi Washington’da uzun yıllar temsil etmiş olan Büyükelçi Mehmet Münir Ertegün 11 Kasım 1944’de Amerika’da ölmüş ve cenazesi orada kalmıştı. Şimdi ABD nezaket gösteriyor cenazeyi Missouri gibi sansasyonel etkisi olan bir zırhlı ile Türkiye’ye gönderiyordu.

Bu ziyaret sonrasında Sovyet Rusya’nın tavırlarında bir değişiklik görülmez, bilakis bir hırçınlık gözlenir. Bu sefer Ruslar, Ermeni, Gürcü isteklerinin yanına Kürt meselesini de eklerler. Rus gazetesi Trud durup dururken ‘Bağımsız Kürdistan’ konusunu işlemeye başlamıştır. Hepsinden tehlikelisi Ruslar artık Boğalar konusundaki taleplerini resmen açığa vururlar. Türkiye Dışişleri Bakanlığına 7 Ağustos tarihini taşıyan bir Sovyet Rusya notası verilir. Üstelik nota içeriği ABD ve İngiltere’ye de bildirilir. Rus notasında Türkiye, İkinci Dünya Harbi sırasında Boğazları iyi kontrol edememekle suçlanıyor ve yeni bir Boğazlar rejiminin gereğinden bahsediliyordu.  Bu rejime göre sadece Karadeniz’de kıyısı olan devletler Boğazların yönetimi ile ilgili yetkiye sahiptirler ve Boğazların güvenliği için Türkiye ve Sovyetler Birliği ortak olarak hareket etmelidir. 

Dikkat edilecek olursa Rus notası ABD ve İngiltere’yi dışlamaya yöneliktir.  Doğal olarak bu nota Türkiye’nin işine yarayacak ABD’yi daha çok işin içine çekecek, hatta taraf yapacaktır. Bu sırada Türkiye’de seçim sonuçlarına istinaden Recep Peker Hükümeti kurulmuştur. Hasan Saka Dışişleri Bakanıdır. Nitekim ABD derhal Rus notasını ret eder. Sovyetler Birliğinin esas hedefinin Türkiye’nin kontrolünü ele geçirmek olduğu artık iyice anlaşılmıştır.

ABD ve İngiltere ile yapılan bir dizi diplomatik temastan sonra, Türkiye Sovyetler Birliğine cevabi notasını 22 Ağustos 1946 günü verir. Türkiye’nin notasında, savaş sırasında Boğazların kontrolü ile ilgili Sovyet suçlamaları ret ediliyor, Türkiye’nin bağımsız bir ülke olduğu vurgulanıyor. Boğazların kontrolüne hiçbir Karadeniz ülkesinin katılmasına gerek olmadığı da belirtiliyordu. Ancak Montrö sözleşmesinin tekrar gözden geçirebileceği de ifade ediliyordu. Türk notasının ardından hemen cevabi Rus notası gelir ve bu durum bir sağırlar diyaloğu halinde, notalaşarak bir süre devam eder. Ancak durum hala son derece tehlikelidir. Zira ne ABD ile ne İngiltere ile Türkiye arasında herhangi bir pakt bulunmamaktadır. Rusya aniden Türkiye’ye bir saldırıda bulunsa ABD hangi gerekçeyle müdahale edecektir? Hâlbuki ABD ve Avrupa ülkeleri arasında Sovyet yayılmacılığına karşı, sonunda NATO’ya dönüşecek ittifak faaliyetleri çoktan başlamıştı.  Daha Paris konferansından hemen sonra, gitgide güçlenen Sovyetler Blokuna karşı Batı Federasyonu kurma fikri oluşmuştu. Nitekim 1948 yılında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg arasında ekonomik, kültürel ve savunma işbirliğini ön gören Brüksel Anlaşması yapılacaktır. Ancak bu ülkelerin gücü Sovyet Bloku karşısında yetersizdir. Bunun üzerine Kanada, ABD, İzlanda, İtalya, Portekiz’in de katılımıyla Kuzey Atlantik Paktı (North Atlantic Treaty Organization) 4 Nisan 1949 tarihinde imzalanacaktır. Bu anlaşmalar Sovyetler tehlikesinin büyüklüğünün bir belgesidir. Zira Polonya, Doğu Almanya, Yugoslavya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, tüm Türki devletler Sovyet etkisine girmiş ve askeri güçleri ile dev bir ordu meydana getirmişlerdir. Sovyet Rusya’nın gözü şimdi de Türkiye üzerindedir.

 Geçen kısa sürede Kuzey Atlantik Paktı, 4 Nisan 1949’da NATO (Atlantic Treaty Organization) adını alacaktır. Diğer tarafta Sovyetler Birliği güdümündeki ülkeler de, bir süre sonra aralarında askeri güce dayalı Varşova Paktını 1955 yılında imzalayacaklardır. Böylece dünya amansız bir soğuk savaşın içine girecektir.

Türkiye böylesine yaşamsal tehlikeler altında olmasına rağmen bir türlü NATO’ya davet edilmez. Hatta İsmet İnönü yönetimi NATO’ya girmek için çeşitli mesajlar gönderir, ancak nafiledir. Tıpkı bugün Avrupa Birliği konusunda olduğu gibi Türkiye’yi tam manasıyla NATO’ya almak istemezler. Türkiye’nin isteği karşısında Türkiye’ye sadece Ortadoğu komutanlığı gibi yarı üyelik tekliflerinde bulunulmuş, Türkiye’de bunu kabul etmemiştir. Bu teklif aynen Merkel’in ‘İmtiyazlı Ortaklık’ teklifi gibidir.

ABD, Sovyet Birliği karşısında Türkiye’nin yanında yer almıştır ancak bu yer alış tamamen kendi çıkarları sebebiyledir. Zira savaş sonrası ortamda Türkiye kanaatimizce İnönü’nün çekimser, kararsız politikaları yüzünden tam manasıyla bir yalnızlığa itilmiştir. Avrupalılara göre, Türkiye savaşta Almanlara yakınlık göstermiştir. Müttefiklerin ısrarına rağmen savaşa müdahil olarak katılmamıştır.
Bu arada ABD’deki Ermenilerde boş durmazlar, Türkiye aleyhine propagandalar ayyuka çıkar. Zira eğer Türkiye Demirperde ülkesi olursa Ermenistan ile Doğu Anadolu’nun birleşmesi mümkün olacaktır, hayaline kapılırlar.

NATO oluşumu süreci içinde batı âleminin, bırakın Türkiye’yi aralarına almayı 21 Şubat 1947 tarihinde İngiltere, Türkiye ve Yunanistan hakkında bir muhtırayı ABD Dışişleri Bakanlığına verir. Muhtıraya göre ekonomik bakımdan sıkışık olan İngiltere Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapamazmış. O tarihte Truman doktirini çerçevesinde Marshall Planı yardımları, Sovyet tehdidi altında olan ülkelere de yapılıyordu. İngiltere bu yardımlardan rahatsız olmuş olmalı.

14 Mayıs 1950 tarihinde Türkiye’de genel seçimler yapılır ve seçimleri Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla kazanır. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan olmuştur. Eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve partisi CHP artık muhalefet sıralarına yerleşmişlerdir. Menderes tabiri caizse sefalet içinde bir Türkiye devir alır. Halkımızın % 80’i köylerde yaşamaktadır ama köylerde yol yoktur, su yoktur, elektrik yoktur. Kadın, erkek, çocuk mandalar arasında yıkanmaktalar, bit, tifüs, verem salgın halindedir. Sağlık hizmetleri sadece bazı şehir merkezlerindedir.  O zamanki Türk köylerinin halini bir köy öğretmeni olan Mahmut Makal, ‘Bizim Köy (Varlık Yayınları) adlı kitabında ayrıntılı anlatmıştır.

Türkiye savaş yıllarında ordusu için bazı yardımlar almıştı. Bu batı yardımları esasen Türkiye’yi savaşa sokmak için verilmişti. Ancak bu yardımlarla CHP hükümeti altın ve dolar stoku yapmış, bazı kayıtlara göre 245 milyon dolarlık altın stoku varmış. Dış tehditler için alınan ve Merkez Bankası kasalarında bir savaş hali için stoklanan bu altınlar elbette karın doyurmuyordu.

Konumuzla ilgili olarak ifade edecek olursak, Rus tehditleri tüm şiddetiyle devam etmesine rağmen Türkiye NATO’ya hala kabul edilmemiştir. Birinci Menderes Hükümeti de ilk işlerinden biri olarak
NATO’ya başvurur. Ama yine sonuç alınamaz.

1950 yılında Kore Savaşı patlar.  Kuzey Kore ve Güney Kore arasında meydana gelen bu iç savaş Türkiye için büyük bir öneme sahiptir. Zira ABD ve Birleşmiş Milletlerin Güney Kore yanında,  Çin Halk Cumhuriyet ve Sovyet Rusya’nın Kuzey Kore tarafında yer almalarıyla savaş uluslararası bir boyuta taşınmıştır. Komünizm yayılmacılığından öcü gibi korkan ABD, Birleşmiş Milletleri de devreye sokmaya çalışır. Koca bir dev Çin ve Kuzey Kore de komünist bir rejime girmişlerdir. Şimdi de Kuzey Kore Güney Kore’ye rejimini ithal etmek istemektedir.

Görüldüğü gibi Kore gerçekte, emperyalist güçlerin oyunları ile tam ortasından 38. Paralelden itibaren ikiye bölünmüş ve şimdi de bölünen bu iki parça iç savaşa sürüklenmiştir. Yakın gelecekte aynı bela Vietnam’ın da başına gelecektir. 2017 yılında PKK terörü, Ermeni Soykırım tasarısı, FETO yapılanması 15 Temmuz darbe girişimi derken emperyalist güçlerin Türkiye’ye yapmak istedikleri de farksızdır.

ABD Kore savaşı münasebetiyle, tüm Birleşmiş Milletler ülkelerinden asker yardımı ister. Rahmetli Menderes siyasal bir öngörü ile bu isteği ilk değerlendiren ülkenin Türkiye olmasını sağlar. Türkiye Kore Savaşı’na 241. Piyade birliğini Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında gönderir. Türkiye bu savaşta çok fazla askeri kayba uğramasına rağmen büyük bir başarı göstermiş ve çok faydalı olmuştur. Tüm hür dünyada yalnızlığa itilmiş olan Türkiye’nin prestiji bir anda tavan yapar. Kahraman Türk piyadeleri hür dünya için canlarını hiçe saymış ve saldırgan Komünist Kuzey Kore ile göğüs göğüsse süngü savaşları yapmış şehitler, gaziler vermiş ve Kuzey Kore’nin, Çin’in durdurulmasında önemli rol oynamıştır.

Rahmetli Menderes Türkiye’nin itibarının son derece yükseldiği bu ortamda, ikinci bir hamle yapar ve NATO’ya yeniden müracaat eder. Artık Türkiye’nin NATO nezdinde ret edilmesi mümkün değildir. Böylece 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti NATO’ya tam üye olur. Akabinde 8 Eylül’de İzmir’de Müttefik Kara Kuvvetleri Karargâhı (Landsoutheast) kurulur ve karargâhın başına ABD’li bir Korgeneral getirilir. 

Artık Türkiye Cumhuriyeti topraklarından talepte bulunmak veya Türkiye’ye saldırmak ABD ve NATO devletlerine saldırmak ile eş değerdir. Dolayısıyla Rusların Kars, Ardahan’ı istemeleri ve Boğazlarda üs kurma talepleri bıçak gibi kesiliverir.

Aziz dostlar, o tarihin şartları göz önüne alındığında Menderes’in akılcı politikaları sayesinde NATO’ya girmemiz milli bir zafer olmuştur.
MENDERES VE KORE TÜRK TUGAYI

10 Mart 1954 tarihli ve 6375 sayılı kanunla, ‘NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi’ Türkiye tarafından kabul edilmiştir. Bu sözleşmenin kabulünden itibaren ABD’nin Türkiye topraklarında askeri tesisler ve üsler kurması, askeri personel bulundurması başlamıştır.  Ancak 1954’den itibaren hele Sovyetler Birliğinin 1991 yılında dağılması, soğuk savaşın sona ermesi ve yayılmacı Sovyet tehlikesinin ortadan kalkmasından sonra kanaatimizce NATO mahiyet değiştirmiştir. Zira Varşova Paktı ortadan kalkmış ve ABD ile NATO dünyada tek güç haline gelmiştir.

Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, 2017 yılında NATO’nun Türkiye için faydalı mı zararlı mı olduğunu tartışmaktayız. Zira Türkiye’mize büyük zarar veren, kalkınmasını, demokratikleşmesini durduran askeri darbelerin arkasında hep NATO izlerini gördük. NATO bir yerde ABD demektir. Türkiye’yi NATO’ya sokarak Sovyet tehditlerinden kurtaran Adnan Menderes’in 1960 yılı Temmuz ayında Kruşçev ile Moskova’da randevusu olduğunu düşünürsek 27 Mayıs Darbesi felaketinin ve infazların arkasında da ABD izlerini bulabiliriz.

Kurtlar sofrasında bağımsızlığın tek yolu güçlü bir ekonomiye ve güçlü bir orduya sahip olmaktan geçer.

HASAN EMRE OKTAY
Fenerbahçe, 28.11.2017

15 Eylül 2017 Cuma

"Nahak (Haksız/Hukuksuz) Yere Can Alan O (mel'un-lar ve) Menfur İdamlar" Hasan Emre OKTAY (1961-2017, 56.Yıl) Hunharca, Alçakça ve Kalleşçe Asılan " Başvekil Adnan Menderes’in bedeninde; Aziz Türk Milletinin iradesidir."

NAHAK YERE CAN ALAN 
O MENFUR İDAMLAR
Hasan Emre OKTAY
İdam, yani insanları boynundan asarak öldürmek, ölüm cezalarının insan haysiyetine en aykırı olanı ve en ilkel şekillerinden biridir. Günümüzde yani 2017 yılında idam cezaları kaldırılmış durumdadır. Ülkemizde en son idam 1982 yılında Sinop Cezaevinde infaz edilmiş ve bu tarihten sonra, idam kararları kaldırılacağı 3 Ağustos 2002 yılına kadar hep bekletilmiş.
1950’den önce Türkiye’de idam cezası ibret olsun diye, alenen uygulanıyormuş. Meydanlardaki bu idamları seyreden insanlarda kim bilir ne ruhsal travmalar meydana geliyordu. Zira okuduklarımızdan veya çok yaşlı büyüklerimizden öğrendiklerimize göre, idamlar esnasında, sehpa kurulan meydanlarda bugün için inanılmaz ortamlar oluşurmuş. Bir eğlence seyreder gibi toplanan halkın arasında gazozcular, simitçiler, seyyar satıcılar dolaşırmış. Toplanan kalabalığın arasından yükselen konuşmalar, hatta kahkaha sesleri arasında, mahkûm edilen adamları asarlarmış. Demek ki, idamları kanıksamış bir zümre de varmış.
Çok anlamlıdır 1950-60 arasında, yani Demokrat Parti döneminde idam sehpaları hiç kurulmuyor. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Türkiye Cumhuriyetine lider oldukları bu on yıllık süre, sehpasız tertemiz bir süredir. Bu süreyi Samet Ağaoğlu, ‘Arkadaşım Menderes’ kitabında şöyle tasvir ediyor,
“Hafızamda çok küçük yaşımdan beri yan yana sıralanmış, birçoğunu yakından tanıdığım, amca diye ellerini öptüğüm, devirlerinde gösterişli, bazısı azametli, bazısı ihtişamlı insanların asıldığı sehpalar var. Hemen hepsi siyaset adamı. Bunların en sonuncularından birinde Menderes ile beraber iki arkadaşım sallanıyor. Devirlere isimlerini takmış kudretler arasında yalnız onun, evet yalnız Menderes’in devrinde, böyle bir sehpa kurulmadı. Enver-Talat yıllarında, Atatürk-İnönü zamanında, Milli Birlik kıyametinde sehpalar siyaset hayatımızın adeta süsleri olmuşlardır.
Sadece "BAŞ VEKİL" Adnan MENDERES Devri (Cumhuriyetin Asr-ı Saadet Dönemi) Bu Zakkum Çiçeğini Yakasına Takmadı!
Ama kaderin garip cilvesi bu tertemiz dönemin lideri Menderes, Yassıada Mahkemelerinde idam cezasına çarptırıldı ve yakın iki arkadaşıyla birlikte, idam sehpasında hakkın rahmetine kavuştu.   
27 Mayıs macerasının sonunda meydana gelen trajik bu üç infaz, Türk Halkını derinden yaralamış, etkisini hala sürdüren ağır bir küskünlük yaratmıştır. İnfazlardan önce Yassıada’da, Yassıada zulmü esnasında da 10 tutuklu bakan, milletvekili ve bürokrat, işkence dâhil çeşitli şekillerde hayatlarını kaybettiler ve sebep olarak hemen hepsine kalp krizi raporu verilmiştir. Yassıada Mahkemelerinden 15 idam hükmü çıkmıştır ve bu hükümler gerekçeleri açıklanmadan, sanıkların yüzlerine okunmuştur. Türkiye Cumhuriyetimize büyük hizmetleri olan bu değerli insanlar, Başvekilimiz Adnan Menderes, Hariciye Vekilimiz Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Vekilimiz Hasan Polatkan, ne yazık ki, Yassıada darbe mahkemelerinde, bir hiç uğruna idama mahkûm olmuşlar ve infaz edilmişlerdir.
Yassıada mahkemelerinde idam gerekçesi olarak iki muğlak olay gösterilmiştir. Biri Tahkikat Komisyonu kurularak Anayasanın ihlali, diğeri Topkapı’da İnönü’yü öldürmeye teşebbüs. Bu iki gerekçe de anında çürütülmüştür ama nafile, zira darbecilerin amacı:
DARBECİLERİ AMACI NAHAK (HAKSIZ) YERE CAN ALMAKTIR.
Şöyle ki, Menderes’in avukatları Yassıada’da Topkapı Davası devam ederken Divana, ‘madem İnönü’nün öldürülme niyetinden bahsediyorsunuz, o halde Sayın İsmet İnönü’yü çağıralım ve kendisine soralım, böyle bir girişim var mıydı? demişlerdir.’ Baş yargıç Başol’un insanlıktan, adaletten, vicdandan uzak cevabı ise şöyle olmuştur.
‘İsmet İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti buraya çağırmak haddinize mi?’
Hâlbuki İnönü şüphesiz bu celseyi dinlemiştir. Yassıada ya gelse ve dese ki,
“Evet, aramızda çok sert tartışmalar, mücadeleler oldu ama beni öldürmeye niyetlendiler, diyemem”
Ve eklese siyasi konularda ben idama karşıyım. O zaman idamlar büyük bir ihtimalle dururdu. Nitekim o tarihte Topkapı’da İnönü’nün arabasında olan Kasım Gülek mahkemeye gelmiş ve ifade vermiştir. Demiştir ki, ‘Topkapı’da Demokrat Partililer aleyhte sert nümayiş yaptılar ama elimi vicdanıma koyarak söylüyorum ki öldürmeye niyet yoktu, böyle bir izlenim almadım’  Bu ifadeden sonra rahmetli Kasım Gülek takdir edileceğine CHP’deki işi bitirilmiştir. Rahmetli babam Faruk Oktay Topkapı olayları cereyan ederken İstanbul Emniyet Müdürü idi. Evdeki anlatımlardan gayet iyi hatırlıyorum. Propaganda gezilerinden İstanbul’a dönmekte olan İnönü’nün arabasına, Topkapı’da nümayiş var gerekçesiyle tenha ve güvenli güzergâhlar ve koruma önerilmiş, ama İnönü asla kabul etmemiş. Topkapı’da kalabalıkların bulunduğu yere doğru arabası sürülmüş. İnönü’nün güvenliği için Dâhiliye Vekili rahmetli Dr. Namık Gedik’in nasıl emirler verdiğini ve Emniyet Müdür babam Faruk Oktay’ın, Belediye Başkanı rahmetli Kemal Aygün’ün, vali Ethem Yetkiner’in nasıl çırpındıklarını bizzat biliyorum.
Tahkikat Komisyonu kurulmasının Anayasayı ihlali konusu da bir trajedidir. Zira ihlal edildiği iddia edilen 1924 Anayasasının 22 maddesi şöyle, der (1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu),
“Sual ve istizah (gensoru) ve Meclis tahkikatı (soruşturma) Meclis’in cümle-i selahiyetinden (yetkisinden) olup tatbik şekli içtüzük ile kararlaştırılır”
TBMM İç Tüzük 177. Madde: “TBMM’nin resen (bağımsız olarak) bilgi almak istediği her çeşit konu hakkında bir tahkikat komisyonu kurulabilir.”
Kaldı ki, Tahkikat Komisyonu önerisi DP hükümeti tarafından Meclis’e sunulmuş ve Meclis tarafından kabul edilerek kanunlaşmıştır. Yine aynı Anayasanın 103. Maddesi,
“TBMM’den çıkmış olan kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz”
Zaten 1960 yılındaki bu Meclis Tahkikat Komisyonu önerisinden önceki önerileri inceleseniz, bu önerilerin hemen hepsinin CHP’den geldiği görülür. Diyorum ya bu suçlama trajiktir.
27 Mayıs ve Yassıada her yönüyle zulüm dolu bir faciadır. Her zaman söylerim Allah korusun bir düşman işgali olsa bu kadarını yapmazdı. Darbecilerin akıl hocalığına soyunan dönemin İstanbul Üniversitesi profesörleri, alelacele darbe yapan ve darbeden sonrada ne olacağını, ne yapacaklarını dahi bilmeyen, maceraperest darbeci subaylara sürekli yol göstermişlerdir. Bu yol gösteriş darbeyi meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Askerlere demişlerdir ki,
“Sizin ihtilalinizin meşru olabilmesi için, bunların suçluluklarının ortaya konması ve suçlu olarak ceza görmeleri icap etmektedir. Siz bunları cezalandırmazsanız, gayrı meşru duruma düşeceksiniz ve suçlanacaksınız. Yarın efendim meşru bir iktidara karşı, kanun dışı bir ihtilal yapmış olarak cezanız da idamdır. O halde haklı olduğunuzun ortaya konulması lazımdır. Bu da ancak bunların suçluluğunun bir mahkeme kararıyla tescil ettirilmesi ve;
HAKLARINDA CEZA UYGULANMASI İLE MÜMKÜN OLUR ”
Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da diyor ki,
“Şimdi eğer bunlar (DP’yi kastediyor) mahkeme edilmeyip de bırakılsalardı. O zaman ne olacaktı? Onu bir düşünün bakalım. Hemen bir punduna getirip bu zavallıları (darbecileri kastediyor), demokrasiyi kurmak için müdahale etmiş olanları, yakalayıp hadi Divan-ı Harbe, askeri mahkemeye, örfi idareye vesaire. O halde yine demokrasi kurulacak mıydı?
Bu ifadeleri, Demir Kırat Belgeselinde, bizzat General Cemal Madanoğlu’nun, Alpaslan Türkeş’in, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ağzından dinledik. İsteyenler hala youtube da bu belgeseli bulabilirler. Türkeş diyor ki,
“Biz Demokrat Parti yöneticilerinin İsviçre’ye gönderilmesi ve bir süre yurt dışında orada ikamet etmelerinin yeterli olacağı görüşündeydik. Hatta bu maksatla Dışişleri Bakanına da bir ön hazırlık için söylenmişti….”
Evrensel hukukun değişmez kurallarından biri de şudur. ‘Suçluluğu ispat edilene kadar herkes suçsuzdur’ Ama başta Prof. Muammer Aksoy olmak üzere (o zaman Doçent) 27 Mayısçılar, yeni yeni kanunlar çıkartıp geçmişe uygulamak hukuk skandalını yaptıkları gibi, bu kuralı da bozmuşlardır. Demişlerdir ki, ‘Demokrat Partililer suçsuzlukları ispat edilmediği sürece suçludurlar. Haklarında karine (ipucu) vardır’ (Abdi İpekçi- Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü)
İşte bu hukuk profesörlerinin, hukuk dışı uyarıları ile Yassıada ve idamlara kadar giden süreç başlamıştır. Önce Yassıada tespit edilir, sonra yargılamaları yapacak Yüksek Adalet Divanı (YAD) kurulur ve daha sonra sorgulamaları yürütecek Yüksek Soruşturma Kurulu (YSK) oluşturulur. Bu kurulların üyeleri de titizlikle DP’den nefret eden kişilerden seçilir. YAD Başyargıcı Salim Başol, DP döneminde Yargıtay başkanı olmak istemiş ama olamamış ve bu yüzden Menderes’e şiddetle kırgın, kızgın. YSK Başsavcısı Altay Ömer Egesel Balıkesir’den DP milletvekili olmak istiyor, ancak aday adayı bile seçilemiyor. Zira basından eski haberleri karıştırırken gördük, bir erkek çocuğuna taciz davası var kayıtlarda.
YAD Üyelerinden Ferruh Adalı çok yakın bir aile dostumuzdu. Ankara’da iken hemen her yılbaşı ailece bir arada olurduk. Ama kaderin garip cilvesi Ferruh amca Yargıtay üyeliğinden Yüksek Adalet Divanı üyeliğine geçti, babam da Ankara Emniyet Müdürlüğü, Gümüşhane Valiliği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğünden Yassıada’ya geçti. Üzüntüyle hatırlarım 27 Mayıs’tan sonra Ferruh amca bir kere olsun bizi aramadı. Ona çok ihtiyacımız oldu ama herhalde korkudan olsa gerek telefon dahi etmedi. Ancak kendisi mahkemeler başladıktan bir süre sonra, sağlık nedenlerini ileri sürerek YAD’dan azlini istedi ve ayrıldı. Muhakkak ki, Yassıada Mahkemelerinin kararlarının, özellikle idam kararlarının sümen altında bekletildiğini ve tüm celselerin darbeyi meşrulaştırmaya yönelik bir tiyatro olduğunu anlamasından dolayı ayrılmıştır.
Bize göre sol başta o zaman Yargıtay üyesi Ferruh Adalı, Ankara Emniyet müdürü babam Faruk Oktay, Ankara Emniyet Müdür Muavini İsmail Küntay, diğer şahısın Merkez Kumandanı olduğunu hatırlıyorum.
Bize göre, sol başta oturan Ferruh Adalı, 1957 yılbaşı, en sağda Adalı’nın iki oğlu görülüyor
27 Mayıs’tan sonra hiçbiri, bir kerecik olsun kapımızı çalmadılar. Demek ki, iyi gün dosalarıymışlar.
Darbenin beş generalinden biri olan Cemal Madanoğlu da, doğduğum Kalamış’ta apartman komşumuz imiş. Babamın da hem Harp Okulundan hem de Kurmay okulundan sınıf arkadaşı. Tahmin edersiniz darbeden sonra o da hiç aramadı, bizi tanımadı. Madanoğlu hiç evlenmemiştir. Madanoğlu’nun babası da 150’liklerdendir. 150’likler Kurtuluş Savaşı sonrası, cumhuriyet hükümetinin işbirlikçi ilan ederek Türkiye’den sürdüğü insanlar. 
Rahmetli babam İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay Yassıada’da, Yüksek Adalet Divanı’na, DP’nin aleyhinde malzeme toplamaya çalışan, Yüksek Soruşturma Kulununun sorgulamaları sırasında işkence altında hayatını kaybetmiştir. Yassıada’nın ünlü Bizanslardan kalma ölüm zindanına, dövülerek atılan babam, orada üç gün tutulmuş ve 52 yaşında bir hiç uğruna, yalan söylemediği, Menderes’e iftira atmadığı için acılar içinde ölmüştür. Yassıada sorgulama gerçeğini, DP Hükümeti bakanlarından Nuzhet Kirişcioğlu anılarında açık seçik ifade etmiş,
“Yassıada’da dayaktan zindana, ışıklı oda sorgulamalarından, kayalıklardan baş aşağıya adam sallandırmaya kadar akla gelen ne varsa yapılmıştır… Yassıada kumandanı ve ekibi, llahsız Gardiyan lakaplı Yarbay Tarık Güryay, bize isnat edilen suçların kanunda yeri bulunmadığı ve delil de elde edilemeyeceği kanaatine sahip olduğu içindir ki, ikrar veya atfı cürüm (iftira) elde edebilmek için Egesel ile el ele her kötülüğe başvurmuştur. İlk dayaklar 28-29 Nisan Öğrenci olaylarında öldüğü iddia edilen talebelerin mevcudiyetini söyletmek ve olmayan cesetlerin yerlerini öğrenmek için atılmıştır. Birçok emniyet mensubu bu yüzden dövülmüş, İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay bu yüzden ölmüştür. Fakat ceset bulunmadığı anlaşıldıktan sonra da zulüm sürdürülmüştür…”   

İKİ RESİM ARASINDA AY FARKI VAR, BİZE GÖRE SAĞDAKİ RESİM YASSIADA’DA ÇEKİLMİŞ BABAMIN BAVULUNDAN ÇIKTI SAĞ KAŞINDAKİ YARALARI SAKLAMAYA ÇALIŞAN RÖTÜŞLERE DİKKAT ÇEKERİM
BİZE GÖRE SOL BAŞTA İSTANBUL EMNİYET MÜDÜRÜ BABAM FARUK OKTAY, BAYAR VE MENDERES’İN GÜVENLİĞİ İÇİN HEP YANLARINDA  
Yassıada Mahkemesi hükümlerini açıkladıktan sonra, müebbet hapis cezasına çarptırılan sanıklar da, idam cezasına mahkûm olanlar gibi İmralı adasına götürülüyorlar. Niyet 70-80 kişi asmak. Sanıklar adadaki hapishaneye götürülürken, kazılı 66 mezar çukurunu görecek şekilde yürütülüyorlar, gözlük dâhil her türlü eşyaları alınıyor, kravatları çıkarılıyor ve bir grup eller arkadan kelepçeli diğer grup önden kelepçeli 9 saat, başlarına ne geleceğini bilmeden bekletiliyorlar. Elleri arkadan kelepçeli olan Emin Kalafatın Londra uçak kazasından dolayı bir kolu kısa ve sakat kaldığı için açı içinde kıvranıyor, saatlerce inliyor.  Lütfen empati yapalım, o durumda insan neler hisseder? Biraz sonra asılacak mısınız yoksa cezanız gerçekten müebbet mi bilmeden, başınıza biraz sonra neler geleceğini bilmeden azap içinde beklemek.
Gazeteci Mithat Perin, İmralı Olayını şöyle tanımlamış,
“Sehpadan dönenlerle, ölümden dönenlerin buluşması”
Gerçekten çok anlamlı bir yorum. Sehpadan dönenler, idama mahkûm olup mahkûmiyetleri müebbede çevrilenler. Ölümden dönenler ise, müebbet hapise mahkûm edilmiş olmalarına rağmen, ölüm botuyla infaz adası İmralı’ya götürülenlerdir.

SEHPADAN DÖNENLER BU ŞEKİLDE 9 SAAT BEKLETİLİYORLAR, BİZE GÖRE SOL BAŞTA AHMET HAMDİ SANCAR, ORTADA NUSRET KİRİŞCİOĞLU VE İBRAHİM Ö. KİRAZOĞLU 
RAHMETLİ EROZAN'IN SAĞ YANINDA GÖRÜLEN DELİK, HELA ÇUKURUDUR.
9 SAAT BOYUNCA O DELİKLERDE, ELLER ARKADAN BAĞLI İHTİYAÇ GİDERMEYE
ÇALIŞMIŞLARDIR. 
Bu 9 saat süre içinde koğuşlara arada bir gardiyanlar girip, eller bağlı olduğu için, mahkumların  ağızlarına peynir ekmek, çay vermeye çalışmışlar. Bir süre sonrada koğuşları keskin alkol kokusu kaplamış zira Yassıada kumandanı Allahsız Gardiyan lakaplı Yarbay Tarık Güryay ve darbeci subay arkadaşları, adada kurdukları içki sofrasından kalkıp, mağrur bir şekilde koğuşları dolaşmışlar. Müebbet hapis hükümlülerinden DP İstanbul milletvekili Muhlis Erdener o geceyi şöyle anlatıyor (Mitahat Perin, İdamların İçyüzü, 1970),
“Ellerim kelepçeli olduğu halde, o gece 23.00’da bir kalp krizi geçirdim. İnliyor, doktor istiyordum. Bir müddet sonra Yassıada Kumandanı Tarık Güryay içkili olarak, yanında birçok subayla geldi. Dili ağzında zor dönüyordu. Biz infazın yapılacağını derhal anlamıştık. Yanıma geldi. Gerdanımdan okşayarak, Erener, dedi, ‘ipten kurtuldun ama memleket menfaati için beş Erdener, otuz Erdener ölmüş ne olur sanki?’ Bu arada şaşkın bir halde bulunan Sezai Akdağ, ‘çok doğru, çok doğru’ deyince, Güryay ona döndü ve uzat ellerini diye emir verdi. Sezai uzattı. O her zaman elindeki sopa ile iki defa kelepçeli ellerine vurdu. Tarık Güryay’ın bu anormal hali üzerimizde daha büyük bir tedhiş havası estirdi.”
Yassıada’nın, İmralı’nın çilesini çekmiş olanların anlatımlarını içeren aynı kitaptan devam ediyorum,
“Hasan Polatkan, vücut zafiyetinin bitkinliği içinde mütevekkil ama vakur hücreye konulduğu andan itibaren sessiz beklemişti. (Yassıada’da müebbet hükmü alanlar bir koğuşta, idam hükmü alanlar ise heladan çevirme hücrelerde ayrı ayrı bekletilmekteler y.n.) İdamların infazından biraz önce ölüm hücrelerinin kapılarını ardına kadar açmışlar ve sonra birer birer kapatmışlardı. Fatin Rüştü Zorlu’nun götürülüşü sırasında ise kapılar açık değildi. Sonra bir ara yine açılmıştı ki, dar koridorda duyulan dik bir ses ‘5 numaranın kapasını kapat’ emrini vermişti. Beş numaralı ölüm hücresinde Agâh Erozan vardı. Ondan öncekinde, yani 4 numarada ise Hasan Polatkan. Erozan yanındaki kapının açıldığını ve heyecanlı bir sesin ‘Hasan bey sizi başka bir yere nakledeceğiz’ dediğini anlatmıştır. İşte bu sırada Agâh Erozan 6 numaralı hücredeki Kirazoğlu’na oldukça yüksek sesle bağırmıştı. Kiraz infazlar başladı… Kirazoğlu’da ona mukabele etmişti. Agâh Kuran’a başla! Her ikisi birden Kuran okumaya başlamış ve hücrelerin bulunduğu yeri ilahi bir hava kaplamıştı…”
27 Mayısçıların esas niyetinin tam bir katliam yapmak olduğu, adada kazılan mezarlardan ve darbeci subayların 1965 yılına kadar yaptıkları söyleşilerden anlaşılıyor. Daha sonra 1965 yılında, yapılan seçimleri, Menderes misyonunu sürdüreceği propagandasını yapan AP tek başına iktidar olacak çoğunlukla kazanınca, hele hele 1969’da darbecileri koruyan ‘Tedbirler Kanunu’ ve 1980 darbesi ile de ‘Tabii Senatörlük müessesesi’ kalkınca, 27 Mayısçıların ifadeleri çok değişmiş, hepsi birer insan hakları savunucusu kesilmişlerdir..
Bilindiği gibi Yassıada’da hükümlerinin, infazların onaylanması veya onaylanmaması yetkisi Milli Birlik Komitesindedir. Komite karar vermek için Ankara’da toplanır. Mahkeme dosyaları bir jet ile Ankara’ya komitenin önüne getirilmiştir. Anılardan öğrendiğimize göre komite mensupları masanın üstüne konan Yassıada Mahkemeleri dokümanlarına ellerini bile sürmezler. Aralarında tartışırlar. Sonuçta Yüksek Adalet Divanının oy birliği ile verdiği 4 idam hükmü onaylanır. Celal Bayar’ın hükmünü de yaşı 65’i geçtiği için müebbette çevirirler. Hâlbuki darbeciler 27 Mayıs’tan hemen sonra TCK’da değişiklik yaparak idamlar için 65 yaş sınırını kaldırmışlardı. Bu karar şüphesiz ki, Celal Bayar’ın idam edilebilmesi için alınmıştı. 27 Mayıs darbesini destekleyen, savunan ve 1961 Anayasasını yapan profesörler kurulundan Prof. Dr. Muammer Aksoy, 1975 yılında Nazlı Ilıcak ile yapılan bir söyleşide (N. Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor), infazlarda 65 yaş sınırının kaldırılması hususunda insanı dehşete düşüren şu açıklamaları yapmış. Bu açıklamalar yapıldığı zaman yıl 1975, yani darbecilerin ve destekçilerinin yaptıkları işi devrim addettikleri ve kendilerini birer kahraman olarak gördükleri bir dönem. Bu gün bizi dehşete düşüren bu tür birçok açıklama o zaman gururla, mağrur bir şekilde söylenmişti. Birde dikkatinizi çekerim, her konuşan şahıs olayların bizzat faili olduğu halde, kendini aklamaya çalışmıştır. Prof. Muammer Aksoy,
“Biz infaza ilişkin olarak 65 yaşını bitirenler lehine öngörülmüş kanun hükmünü, Celal Bayar’ı ölümden kurtarmak için kabul ettik. Bunu bir şekilde bilin. Gerçeği söylüyorum size. Milli Birlik Komitesinden hatırladığıma göre Orhan Erkanlı gelmiş bize demişti ki, ‘siz bu 65 yaş meselesini değiştirmezseniz, adalet tecelli etmeyecektir, engellenecektir. Çünkü 65 yaşını bitirmiş durumda olan Celal Bayar, bütün suçları üstüne alıp, ne varsa ben yaptım diyecektir. Bütün herkesi suçlarından azade hale getirecektir. Bunu önlemek ve gerçek durumun ortaya çıkmasını sağlamak için, içimizden falan şahıs Celal Bayar’ı vuracak ve ondan sonra da intihar edecektir.’ Bize böyle söylemişlerdir. Bu bizde dehşet havası yaratmıştır. Bütün her şeye rağmen, biz hiçbir zaman herhangi bir şahsın öldürülmesini istememişizdir. Özellikle Celal Bayar’ı ölümden kurtarmak için o hükmü koyduk. Aksi halde Celal Bayar öldürülecekti. Hiç değilse, o zaman Milli Birlik Komitesi üyelerini, söylediklerini yapabilir güçte görüyorduk. Belki yapardı, belki yapamazdı. Sonradan gittikçe zayıfladı başka. Bunlar konuşulduğu zaman, Milli Birlik Komitesi isterse yıldızları filan yere getirebilecek güçte görünüyordu.”
Rahmetli Adnan Menderes niye idam edildi diye merak eden gençler için belirtelim. İdamların asıl sebebi Makyavelist bir yaklaşımda yatmaktadır. Makyavel, ‘Hükümdar’ adlı eserinde der ki,
“İnsanları ya okşayacaksın ya da ortadan kaldıracaksın. Çünkü vereceğin ceza hafif olursa, kişi veya kişiler senden intikam alır. Ama ağır ceza verirsen başlarını kaldıramazlar.”         
İşte darbeciler, özellikle Menderes’in halkın gözündeki engin değerini biliyorlardı. Eğer Menderes’i ortadan kaldırmazlarsa, bir gün tekrar ülkenin başına geçeceğine şüphe yoktu. Ya kendilerinden intikam almaya kalkarsa, diye bilinçli veya bilinçaltı düşünüldü.
Derler ki, İsmet Paşa idamları önlemek için, Berin Menderes’in ricası üzerine Devlet Başkanı mevkiindeki Orgeneral Cemal Gürsel’e bir mektup yazmış ama mektubun yararı olmamış ve İsmet Paşada üzülmüş. Bu üzülme yalanı beni çok üzer. Zira İsmet Paşa eğer idamların yapılmasını gerçekten istemiyor idiyse niçin zamanında bir basın toplantısı yaparak, görüşlerini Türk Halkına ve darbecilere haykırmadı da sessiz sessiz köşesinde olayları seyretti. Hele hele bir de darbeden 5 sene sonra sanki darbeye karşıymış gibi, Celal Bayar için ‘kuyuya düşen adamı kurtaracağım’ diyerek, halkın baskısıyla çıkacağı kesin olan af konusuna sahip çıkan beyanatlarda bulunması, darbeyi ateşli bir şekilde desteklemiş olan Prof. Muammer Aksoy’u bile çileden çıkarmış ve 5 Kasım 1969’da ‘Siyasi Haklar Oyunu ve Sonuçları başlıklı bir yazı yazmıştır. Aksoy’un yazısından aktarıyorum,
“Demokrat Partilileri iktidarda iken ve iktidardan düştükten sonra daima ağır bir dille suçlamış olan İnönü’nün şimdi ağız değiştirmesini anlayamıyorum.
MİLLİ BİRLİK ÜYELERİ, YASSIADA HÜKÜMLERİNİN TASDİKİNDE TEMSİLCİLER MECLİSİNİN YETKİ SAHİBİ OLMASINI TEKLİF ETTİĞİ HALDE, İSMET PAŞA BUNU RET ETMİŞ VE BAŞLADIĞINI İŞİ TAMAMLAYIN DİYEREK, İNFAZLARIN CHP’NİN HEMEN HEMEN TAMAMINI TEŞKİL ETTİĞİ TEMSİLCİLER MECLİSİNE GEÇMESİ İMKÂNINI (YANİ İDAM KARARLARININ KENDİSİ EVET DEMEDİKÇE İNFAZ EDİLMEME İMKANINI) KENDİ ARZUSU İLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR.
Sonuçta İmralı’daki dramı haklı gösterecek en ufak sebep bulmak imkânsızdır.
Ancak niyetlerini belirtik ya, niyet:
NAHAK YERE CAN ALMAKTIR.
Rahmetli Menderes, bir süredir biriktirdiği uyku ilaçlarını birden içrek intihar girişiminde bulunmuş, ancak ölmeden durumu koma halinde iken fark edilmiş. Bu yüzden Menderes İmralı’ya Zorlu ve Polatkan’ın infazının ertesi günü öğleye doğru götürülmüştür. Menderes’in komadan çıkmasına en çok Yarbay Tarık Güryay sevinmiş. Bu sevincin sebebini Yassıada’nın telefon santralinde çalışan Mehmet Kabak’ın anlatımından aktarıyorum. (Posta Gazetesi, Yüzbaşı Kazım Çakır’ın anıları),
“Tarık Güryay beni arayarak Menderes’in avukatlarını ve doktorunu telefonla bağlamamı istedi. Ben suç olmasına karşın hattan ayrılmadım (Güryay’ın konuşmasını dinliyor y.n.) Avukatlarına, ‘Doktorları hemen adaya getir. İt oğlu iti ipte görmek istiyorum. Ölmemesi gerekiyor.’ İntihar ettiğini o zaman anladım.”
İMRALI’YA ÇIKIŞ: RESİMDE MENDERES’İN SAĞ KOLUNDA ‘KASTRO TUĞRUL’ LAKAPLI ÜSTEĞMEN VAR BAKIŞLARINDAN DAİMA HINÇ AKTIĞINI, HAKARET FIŞKIRDIĞINI YASSIADA’DAN SAĞ KURTULANLARIN ANILARINDAN ÖĞRENDİK. SANKİ MENDERES KAÇACAKMIŞ GİBİ KOLUNA GİRMİŞLER. O GÜN BU RESİMDE
GÖRÜNMEK İÇİN ÇIRPINANLAR, BU GÜN BU GÖRÜNTÜLERİNDEN UTANÇ DUYUYORLAR.
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın infaz edildikleri İmralı adası hapishane müdürü rahmetli Ahmet Acarol, İmralı Belgeselinde kendi ağzından anlatıyor ve İmralı’ya çıkan 200 kadar thomson’lu (makineli tabanca) subaydan bahsediyor. Niye hepsi değil de üç kişi asılıyor diye baskı yapmışlar ve onları yatıştırmak çok zor olmuş. Zaten İmralı’da 60 kadar mezar hazırlandığını belirtmiştik. İmralı Belgeselini youtube’da bulup bütün bunları dinlemek mümkün. Belgeselde Acarol, ‘infaz tamamlandıktan sonra rahmetli Menderes’in naaşını en son ben gördüm. Artık kefenlenip gömülecekti. Vücudunda sigara söndürmüşler, göğsü bir değil, beş değil kabuk bağlamış sigara sönüğü yaraları ile kaplıydı’
"ŞEHİT BAŞVEKİL ADNAN MENDERES GERÇEKTE İDAM EDİLMEMİŞ; ALÇAKÇA VE HUNHARCA KATLEDİLMİŞTİR" (DK)
Menderes gerçekte idam edilmemiştir, katledilmiştir. Çünkü infazların esasları yazılıdır. İnfaz dünyanın bütün ceza kanunlarında sabaha karşı gerçekleştirilir. Menderes ise öğleye doğru, aşağılamaya devam etmek için anüsten prostat muayenesi yapıldıktan, yemeği yedirildikten sonra saat 13,23’de alelacele infaz edilmiştir. Bu işlem Türk Milleti olarak ne geleneklerimize uyar ne de yasaldır. Selçuklu-Osmanlı tarihinde de, Cumhuriyet tarihinde de öğle saatlerinde yapılan bir infaza rastlanmamıştır. İnfazlar sabaha karşı tan olayı esnasında yapıla gelmiştir.
İnfaz saatleri ile ilgili kanun; Ceza infaz hukuku, idamların nasıl infaz edileceğine dair hüküm vaz etmiş (Cumhuriyet Savcı Yardımcısı A. Rıza Mengüç, Ölüm Cezasının İnfazı),
“Ölüm cezası güneş doğmadan evvel infaz olunur (tüzük 64) Böyle bir hazırlığın başlayabilmesi için mahkûmiyet hükmünün onandığını ve yerine getirilmesine karar verildiğini gösterir kesinleşmiş şerhini havi ilamın, mahkemesinden Cumhuriyet Savcılığına tevdi edilmiş olması gerekir.”
İmralı adasındaki infazların uygulama tekniği de son derece ilkeldir. Zira infazlarda önemli olan ani bir düşüş ve boyun kemiğinin kırılmasıdır. Boyun kemiği kırıldığı anda ölüm gerçekleşir. Bu sonuca hemen varmak içinde resimde görülen manivelalı sistem kullanılmalıdır. Kolu çekince ayakaltındaki kapak bir anda açılıyor ve tüm vücut ağırlığı ile boyun kemiğini kıracak ani düşüş sağlanıyor. Hâlbuki Zorlu, Polatkan ve Menderes’e derme çatma bir darağacı kurulmuştur. Sarhoş bir cellat ayakların bastığı sandalyeye tekme atıyor, kim bilir belki de ilk tekmede sandalye ayakaltından gitmiyor, bir tekme daha, derken boyun kemiğinin kırılması mümkün değil. Ölüm en acı verici şekliyle, boğulma suretiyle uzun sürede geliyor. Nitekim infazı seyredenlerden duyuyoruz, Menderes ipte can çekişirken ayağından bir ayakkabısı fırlamış.
NE DİYELİM ALLAHTAN BULSUNLAR..
İDAM SEHPASI BÖYLE OLMALIDIR, İMRALI’DAKİ GİBİ DEĞİL DARAĞACININ EN İLKEL, DOLAYISIYLA EN ACI VEREN ŞEKLİ    
Yassıada’da görevli 120 askerden biri olan Muzaffer Erkan, İmralı’daki infazlara da görevli er olarak götürülmüş, dolayısıyla tanıklık etmiş. Kendi ifadesiyle korkudan yıllarca susan Erkan, nihayet 75 yaşında konuşmuş. İzmir’de yaşayan Muzaffer Erkan çekirdekten Cumhuriyet Halk Partiliymiş. Zaten öyle olmasa Yassıada’da görevli olarak asla seçilmezdi. Erkan, idamlara çok üzülmüş ve günlerce yemek yiyememiş. Muzaffer Erkan,
“O anlar, gözlerimin önünden gitmedi, çok zor oldu benim için. Rüyalarıma girdi, kâbus görüyordum hep”
İmralı’da 66 mezar yeri kazıldığını söyleyen Erkan, Zorlu’nun infazdan önce 2 rekât namaz kıldığını ve cellat’a lüzum duymadan kendi kendini astığını söylemiş ve eklemiş,
“İdam günü ayağa kalkamayacak kadar hasta olan Menderes’in burnuna ve ağzına merhem sürülerek canlandırıldı… İdam öncesinde misafir odasında bir parça şeftali yedi. İdam edildiğinde şeftalinin suyu beyaz kefeninin üzerine aktı. Başsavcı Egesel, idam fermanını okuduktan sonra dalga geçer gibi, ‘Ya Menderes gördün mü, nerelere kadar düştün’ dedi… Menderes’e son arzusu sorulduğunda dini telkin için orada bulunan hoca ile yalnız kalarak görüşmek istedi. Ama bu isteği kabul edilmedi… Menderes ipte 45 dakika bekletildi. İpte sallanan Menderes’e doğru yaklaşan cellat, onun rugan ayakkabılarına baktı, ‘bu ayakkabılar benim olacak’ dedi.
İnfazın ertesi günü de bir icra memuru ve iki asker, Zorlu, Polatkan ve Berin Menderes’in evlerine giderek aileden, ip parası, cellat parası (150 TL.), kefen parası ve Yassıada’da yenen yemeklerin parasını tahsil etmişlerdir. Rahmetli Aydın Menderes, bu olayla ilgili sorulan bir soru üzerine son derece üzgün bir şekilde, maalesef doğru diye cevap vermişti.
27 Mayıs darbesi ve zulümlerin müsebbipleri, hala yargılanmamıştır ve tüm cinayetler, Dr. Namık Gedik’in intihar süsü verilen cinayeti, babam Faruk Oktay’ın ağır bir şekilde dövülerek, Bizanslardan kalma zindanda ölüme terk edilmesi dâhil, cezasız kalmıştır. Diyorum ya Allahtan ümit kesilmez, inşallah bir gün 27 Mayıs yargılanacaktır.
Geçen sürede İlahi Adalet her zamanki gibi kararlı ve sessizce yerini bulmuştur.
Zira Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Ankara Celal Bayar Bulvarı, İzmir Adnan Menderes Havalimanı, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın Adnan Menderes Bulvarı, Aydın Dr. Namık Gedik üst geçidi, Adana Adnan Menderes Bulvarı, Antalya Adnan Menderes Bulvarı, Samsun Adnan Menderes Bulvarı, Kütahya Menderes Bulvarı, Mersin Adnan Menderes Bulvarı, Osmaniye Adnan Menderes Bulvarı, Rize Adnan Menderes Bulvarı, Siverek İnönü Bulvarı Adnan Menderes Bulvarı olarak değiştirildi, İstanbul Adnan Menderes Bulvarı, İstanbul Vatan Caddesi Anıt Mezar ve başkaları gibi, kadirşinas halkımızın teveccühünü somutlaştıran tesisler yurdumuzun her köşesinde yer almaktadır. Diğer taraftan halkımıza, 27 Mayıs’ı yapan ve kasım kasım kasılan mağrur, kendilerini kerametleri kendilerinden menkul devrimciler addeden darbeci subaylardan üçünün adını sayın deseniz kimse sayamaz. Örneğin Emanullah Çelebi, Selahattin Özgür, Muzaffer Karan, Rıfat Baykal kim diye sokakta insanlarımıza sorsanız, bu isimleri kimse tanımaz. Hâlbuki bunlar bir zamanlar kendilerini birer kahraman devrimci zanneden, Milli Birlik Komitesi üyeleridir. Bunları artık kendi silah arkadaşları bile hatırlamıyorlar. Ama öte yanda Tevfik İleri’nin, Namık Gedik’in, Celal Yardımcı’nın, Samet Ağaoğlu’nun, Fatin Rüştü Zorlu’nun, Hasan Polatkan’ın, Adnan Menderes’in, Celal Bayar’ın isimleri Türkiye’de hala yaşamaktadır.
Asılan Adnan Menderes’in bedeninde Türk Halkının iradesidir.
Lokman Suresi, 16. Ayet,
"Yaptığın iyilik veya kötülük bir hardal danesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır”
SİZİ HİÇ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ…                               17 Eylül 2017, Fenerbahçe
HASAN EMRE OKTAY